Peyami Safa kimdir? Hayatı ve eserleri: İstanbul’da doğdu (1899). İki yaşındayken babası şair İsmail Safa’nın ölümü üzerine annesi tarafından yetiştirildi. İlkokuldan sonra öğrenimini sürdürme olanağı bulamadı. Bir süre öğretmenlik (1914-1918) ve memurluk yaptı. Yetiştiği yıllar kendi kendine Fransızca öğrenmiş, küçük yaşlarında Karanlıklar Kralı (1913) adlı tek öykülük bir kitapçık çıkarmıştı. I. Dünya Savaşı’nın bitiminde ağabeyi ile birlikte kurduğu “Yirminci Asır” gazetesinde yayımladığı öykülerle edebiyat çevrelerinin dikkatini çekti. Gazetesini kapatmak zorunda kalınca Vakit’te çalışmaya başladı. Ölümüne değin Akşam, Cumhuriyet, Tan, Tasvir, Ulus, Milliyet, Tercüman, Son Havadis gazetelerinde fıkra yazarlığı, başyazarlık yaptı. Kültür Haftası (1936, 21 sayı), Türk Düşüncesi, (1953-1960, 63 sayı) dergilerini çıkardı. Her Ay, Ayda Bir, Hafta, Yedigün, Çınaraltı dergilerinde yazdı. Nâzım Hikmet’le birlikte Resimli Ay dergisinin sürekli yazan kalemleri arasında sosyalizme yandaş olarak tanınmışken, İkinci Dünya Savaşı yıllarında faşizmin savunuculuğunu yapan başlıca yazarlardan biri kimliğinde göründü (Ölümü, 15 Haziran 1961).
Sanatı
40 yılı aşkın bir süre içinde fıkra, makale, araştırma, öykü ve roman türlerindeki verimli çalışmalarıyla, düşün ve sanat dünyamızın etkili kişiliklerinden biri olarak görünen Peyami Safa -Server Bedii takma adını kullanmadığı- 11 roman, 7 öykü kitabı yayımlamıştır. Romanları arasında, Sözde Kızlar, 9. Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye sosyalizme eğilim duyduğu yılların: Bir Tereddüdün Romanı, Matmazel Noralya’nın Koltuğu, Yalnızız’ı idealist felsefeyi benimsediği yılların ürünleri arasında sayabiliriz. Genellikle üzerinde durulan yapıtları da bunlardır.
Mütareke yılları İstanbul’unun işbirlikçi burjuva çevrelerinin kokuşmuş yaşamını yansıtan ilk romanı Sözde Kızlar’da yazarın kurgu, anlatım ve üslup yönlerinden belli bir başarı düzeyine ulaştığı görülür. Kimi bölümlerinde “serüven romanı” özellikleri taşımasına karşın savaşın yarattığı toplumsal bunalımların yansıtılması, kişilerin sergilenişi, yan olayların doğallığı, beceriyle kurulmuş dialoglarıyla bu dönemin başarılı yapıtlarından sayılır.
- Hariciye Koğuşu ise -ilk basımını adadığı- Nâzım Hikmet’in deyişiyle “’bütün bir fakir çocuklar hastahanesinin romanı” olmak niteliği taşımaktadır. “Ruh tahlilleri bile dehşetli ve derin hakikat vesikalarının senfonisidir. ” Peyami Safa bu romanında eski anlamda fotoğraf gerçekçiliği yapmamış, tahlil ve terkiplerden mürekkep bir kompozisyon vücuda getiren diyalektik bir “realizm”e ulaşarak hastane ortamının 15 yaşında bir çocuk üzerinde yarattığı etkileri yansıtmıştır.
Fatih-Harbiye’de doğu-batı, alafrangalık özlemi, sınıf değiştirme sorunları işlenir. Cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul’un iki yakasının yaşama biçimindeki farklılığın yarattığı etkilere kapılan eski ailenin yeni bireylerinin serüvenlerini Neriman’ın yaşamında buluruz. Fatih-Harbiye üstyapı değişmelerini devrim, batı kopyacılığını uygarlaşma olarak kabul etme yanılgısının romanıdır.
“Otobiyografik bir nitelik gösterdiği” kabul edilen Bir Tereddüdün Romanı, Peyami Safa ’nın idealist felsefeye eğilim duyduğu dönemin ilk yapıtıdır. İstanbul’un sanat çevrelerinde yaşayan her türlü amaçtan ve inançtan koparak içkide, kumarda, kokainde çıkar yol arayan bunalım içindeki “bohem” ler sergilenir. Matmazel Noralya’nın Koltuğu ise yazarın idealizme aşırı bağlanması sonucu ispiritizmaya düştüğü yılların ürünüdür. Romanın kişilerinden Ferid’in felsefe öğrenimi yaparken kaldığı “pansiyon”da yalnız adam kimliği içindeki dengesizliğe varan ruhsal sarsıntıları ve bunun sonuçları işlenir.
Birinci döneminde insanı toplumsal koşullar içinde yansıtmaya çalıştığı, bunu yaparken kendi kişiliğinin zayıf yönlerine genellik ve insansallık kazandırmak istediği söylenebilir. Bir konuşmasında şöyle ifade eder bunu: “Romancı eserlerinde ne kadar objektif olursa olsun, bütün kahramanları gene kendisidir.”
1937’lerden sonraki romanlarında olağandışı bir dünyanın çeşitli “kompleks”ler içinde bocalayan hastalıklı kişilerin çokluğuna gerekçe olarak da aşağıdaki düşünceleri ileri sürer:
Romanın konusu insandır. Ben onun ruhunu olduğu kadar vücudunu da tanımak zorundayım. İnsan ruhu, buhran anlarında kendisini bize daha çok verdiği gibi insan vücudu da, hastalıklarında sırlarını bize sezdirir. Belki böyle düşündüğüm için romanlarımda ruh ve beden hastalarına sık sık rastlanır.
Bir Tereddüdün Romanında Mualla kendisini tanıtırken, “Çocukluğumdan beri her an bir felâkete uğrayacak gibi, sebepsiz korkarım, hattâ altı yaşlarımdayken yatakta uyanık olduğum halde yorganın içinde büyük bir kudurmuş köpek var sanırdım ve hırıltılarını duyarak, titremeler içinde anneme sarılırdım” biçiminde konuşur (1. bas. sf. 50). Kendisini “Bir Adamın Hayatı” muharriri olarak tanıtan romanın erkek kahramanı ise sağlık durumunu şöyle açıklar.
- Bak daima bu ilacı yanımda taşıyorum. Son aylarda en küçük şeylerin manası içimde o kadar büyümeye başladı ki sık sık çarpıntılarım tutuyor, bazan yerimde duramayarak, kendimi bir yerlere atacak kadar fena haller geçiriyorum. Bir defa kendimi Yeşilköy’den gelen bir trenden aşağı atacaktım. En yakın istasyona kadar zor sabrettim. Kaç defa, kaç defa yollarda, bilhassa tranvaylarda, vapurlarda, meclislerde, iş başında, evde, yatakta hiçbir sinir hastalığı ağrazına benzemeyen garip haller içinde kaldım, (sf. 153)
Matmazel Noralya’nın Koltuğu’nun kişilerinden Fikret, iradesi hiçe inmiş, yalnız kaldığı zaman gözlerine hayaletler görünen bir hastadır. Bunlar genellikle amaçsız, inançsız, dengesiz kişiler olmalarına karşın, ruhun “resmi ilim vetirelerini altüst eden hakikatler”le bezendiğine inanacak kadar da iddialı görünürler.
Peyami Safa ’nın romanlarında doğa, kent, sokak gibi geniş çevre betimlemeleri yok denecek kadar azdır. Kişileri genellikle yakın çevre sınırları içine kapandıklarından daha çok eşya ile ilgilenirler. Bu ilgi de özneldir. Yazar bunun nedenini idealizmin başlıca ilkelerinden olan kuşkuculuk ve agnostisizme dayanarak tanımlamaya çalışır. Dış dünyanın kişilere göre değiştiğini savunmaya kalkışır.
Yazarlığının ilk evrelerinde konuşma dilinden ayrı bir üslup kurma özentisi içinde görünen Peyami Safa ’nın değişik tümce yapıları kurmadaki becerisi kabul edilmiştir. 9. Hariciye Koğuşu üzerine yazan Cahit Sıtkı bu özelliğini, “Bu kitap bugünkü Türkçenin sanatkâr elinde ne harikalar verebileceğini ispata kâfidir. Bir hastalığın destanı olan bu kitapta bir mısra kadar güzel cümleler var..” diye belirtir. Hüseyin Cahit Yalçın, “Üslûpta ufacık bir laubalilik ve iptidailik yok. Sade, fakat yüksek..” diye yazar. Nedir ki ilk başarı yıllarında bu düşünceleri doğrulayan bir üslup ustası olarak kabul edilen Peyami Safa ’nın -belki de her konuda çalışan bir yazı makinesi durumuna geldiği için- bu özelliğini de koruyamadığını söyleyebiliriz.
Not: Peyami Safa gibi, anayapıtlarını 1923’ten sonra veren romancıların da Çağdaş Edebiyat Tarihi Meşrutiyet Dönemi içinde yer almaları, edebiyata Birinci Dünya Savaşı yıllarında başlamalarından ötürüdür. Cevdet Kudret de Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman (1859-1959) adlı yapıtında geçiş dönemi yazarlarını “Milli Edebiyat” “Hikâye ve Roman”cıları olarak kabul ederken şu gerçekleri ileri sürer: “Bunlar, kendi çağlarında edebiyatın eleştirme, fıkra, makale, oyun, şiir vb. gibi başka dallarında yazı hayatına atılmış, hikâye ve roman türündeki eserlerini Cumhuriyet devrinde vermişlerse de, üslup, dil ve sanat anlayışı bakımından, Cumhuriyetten önceki devire hağlı kaldıklarından, o devrin sanat akımı içinde ele alınmışlardır. ”
Peyami Safa Yapıtları
Roman:
- Sözde Kızlar (1925, 5. bas. 1971),
- Mahşer (1924),
- Canan (1925,1947),
- Şimşek (1928),
- Hariciye Koğuşu (1931,10. bas. 1971),
- Attila (1931),
- Fatih-Harbiye (1931, 1968),
- Bir Tereddüdün Romanı (1933, 1968),
- Biz İnsanlar (1947, 1959),
- Matmazel Noralya’nın Koltuğu (1949, 1964),
- Yalnızız (1951, 1964, 1971).
Öykü:
- Siyah Beyaz Hikâyeler (1923),
- İstanbul Hikâyeleri (1923),
- Ateşböcekleri (1925),
- Gençliğimiz (uzun öykü, 1922, 1938),
- Aşk Oyunları (uzun öykü, 1924),
- Süngülerin Gölgesinde (uzun öykü, 1924).
Peyami Safa ‘dan Örnekler
BÎR TEREDDÜDÜN ROMANI’ndan
“Yıkılıyor, her şey yıkılıyor…” cümlesi kafamda epey zamandır teşekkül etmeye başlayan bir fikir manzumesini hülâsa ettiği için doğruldum ve ona baktım. Ayakta, elinde kadeh, gözleri yanıp sönerek ve bütün vücudu, üstüne düşen yıldırımları hazmetmeye çalışır gibi ihtilaçlar içinde, boş kalan elinin yumruğu sıkılmış, devam ediyordu:
- Bu dünyada herkes alçaktır, fakat alçak olduklarım bilenler daha az, daha az alçak. Sükûnetle ayağa kalktım ve elini tutarak onun kadehini ağzıma götürdüm. Bu hareketim sinirlerini gevşetmek için kâfi geldi. Hasta beyaz renkli şakağının üstüne dudağımı kondurup çektikten sonra dedim ki:
- Dinle beni. Demin bir cümlen hoşuma gitti. Belki farkında olmadan bütün bir devri o cümle ile izah etmiş oluyorsun: “Yıkılıyor, her şey yıkılıyor!” Dinle! Hayatımda ben bunu çok hissettim. Hemen bütün kitaplarım yalnız bu cümleyi izah etmek içindir. “Tereddüt” diye bağırıyorsun. Dinle ve sükûnetle düşün. Kim tereddüt ediyor? Şüphe yok ki içinde en kuvvetli unsur olarak tereddüt bulunan bir hikâye var. Büyük bir epope. Fakat tereddüt eden kim? Muallâ Hanım mı? Bu, hâdiseyi basite irca etmek olur. Hakikatte sen de tereddüt ediyorsun: Roma ile İstanbul arasında, hile ile samimiyet arasında, ölümle hayat arasında tereddüt ediyorsun. Sonra ben ve benim olduğum zümre de tereddüt içindeyiz. Elimizdeki bu kadehler ve gecelerimizi dolduran bu çılgınlıklar nedir? Bütün san’atkâr dediğimiz sınıf ve münevver dediklerimiz hep tereddüt geçiriyorlar: İnanmakla inkâr arasında tereddüt; ferdî ve İçtimaî temayüller arasında tereddüt; “moi”nin kendi üstüne doğru saldırışından başka bir şey olmayan kendi kendini tahrip aşkîle yaratıcı hırslar ve sevdalar arasında tereddüt. Bütün Avrupa ayni tereddüt içinde: Almanya, Fransa ve İngiltere sağla sol arasında gidip geliyorlar. Milli ve beynelmilel cereyanlar, dinî ve lâzuhdî cereyanlar, katolik izdivaç ve serbest aşk cereyanları, ahlâkî ve gayri ahlâkî cereyanlar bütün beşerî iradeyi ikiye bölüyor ve tereddüde düşürüyor. Onun için izdivaçlar azalıyor ve gençler tereddüde düşüyorlar. İzdivaç, en azından bir tek şeye inanmaktır. Bu çılgın, bu kudurmuş tereddüt ve şüphe devrinde sarsıntıyı en çok hisseden müessese izdivaçtır. Fakat şüpheye ve tereddüde lânet savurmadan evvel hakkını verelim. Zekânın en sivri noktası şüphe ve tereddüttür. Bütün Rönesans bir şüpheden doğdu. Bütün yeni felsefe zaferini Descartes’in şüphesine borçludur. Fakat, mücerret sahada zekânın evcini işaret eden bu şüphe ve tereddüt, amelî sahada ölümden başka bir şey değildir. O noktaya kadar çıktıktan sonra, insanın hayat ve müşahhas dünya içindeki azami kıymetine varabilmek için, tereddütten karara geçmesini bilmek lâzımdır. Çünkü bu, ölümle hayat arasındaki huduttur. işte ben dünyada ve kendimde bu dönümü hissediyorum. Yeni bir devir doğuyor, şüphesiz. Fakat bu siyasi ihtilâl nazariyelerinin bekledikleri devirlerden pek farklı olacaktır. Sol cereyanların tahmin etmedikleri bir devir, “Harp sonu” devresi kapandı. Anarşiye, “vi- ce”lere, şüpheye ve tereddüte paydos. Ölmeyeceğiz. Kendini tahrip modası kalmayacak. Harp sonu kızı ihtiyarladı ve şakaklarında mısır püskülü gibi ak saçlar kabarıyor. Ne o saçaklı, viran kâşanelere sinen karanlık ve ahmak burjuvazi, ne de 1918, 1932 moderniz- mi, ne mehtaplı gecelerde, şatosunun parkındaki ıhlamurlar altında izini belli etmeden “vice” yapan monden kız, ne de kabarelerin arka odalarına gizlice girerek kokain çeken münevver hanım: Ne o, ne sen! Hatta ne de ben diyeceğim, fakat ben kalmak istiyorum, yeni bir klasisizm istiyorum, bundan anladığım mana büsbütün başkadır, şimdilik doğan dünyanın işaretlerine sükûnetle bakıyorum, marksistler gibi ayak patırdısı ve kuru gürültü yapmak, yahut ta gider ayak hemen bir iktisadi siyaset nazari- yesi, genç nesilleri avlıyan şöyle bir sistem kurmak niyetinde değilim. Ona, sana ve kendime ve dünyaya bakıyorum. “Yeni” tahminimizin fevkinde olacaktır, bununla beraber gayet sade, beşerî ve klasik. Herhalde çok samimi. Yıkılıyor, her şey yıkılıyor, diyorum. Yıkılmıyor, sallanıyor. Her şey, başkalaşmak üzere, her şey.. Giden nedir, biliyor musun? Kökleri yurdunun toprağından kopmuş, sadece milli duygularını kaybetmiş “deraciné”ler, Pierre Loti’nin “désenchante”leri, André Gide’in veya Oscar Wilde’in ahlaksızlıkları, bütün o harpten evvelki ve sonraki züppe dünya edebiyatının kahramanları, bütün o hiçbir şeye inanmamayı bir ibadet ve bir süs yapan, spontane bir değişmeden başka bir şeyi hakikat olarak kabul etmeyen ve ruh azabını “vice” olarak taşıyan münevver cici beyler ve hanımlar, onların Bodleryen edebiyatı ve Niçeen felsefesi gidiyor ve yerine Kari Marks’tan büsbütün başka bir insan tipi gelecektir. Kimsin sen? Ben senin ve sizlerin birer casus olmanızdan bile şüphe ediyorum. Çünkü birer “déraciné”siniz, “désenchante”siniz, itiraf ediyorsunuz. Bütün içtimai ve beşeri bağların bir anda kopması için bir şüphemiz kafidir. Bir insanın her fenalığa muktedir olabileceği yerde cemiyet iflas etmiştir. Böyle bir sarsıntı devri geçiriyoruz.
(Bir Tereddüdün Romanı, 1933)
DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU’ndan
ÜÇÜNCÜ HALET
Ümitten, aşktan ve tembellikten mürekkep bir hararet. içinde hafif bir kemik ağrısının duman gibi gezindiği yarım karanlık, yarım şuurlu, birbirlerini gayet ehemmiyetsiz bir münasebetle takip eden, hepsi gerçek ve hepsi abes birtakım hayaller; uyku ile uyanıklık arasındaki ayırıcı perdeyi fasılasız dalgalandıran ve ruhun bir yarımını rüyada eriterek öteki yarımını hakikatle temas ettiren üçüncü bir halet.
Mehtaplı bir denize dalan adamın suyun içinde göz kapaklarını yalayan garip ışıklar, kulağını dolduran garip uğultular… Bunların arasında Nüzhet’in bin şekilde görünüşleri.
Bazı gayet açık hatırlanacak ve kâğıda yazılacak kadar berrak muntazam, fakat söyleyeni de, dinleyeni de meçhul cümleler, bazı da rüzgârda savruluyor- muş gibi bu kelimelerin birbirinin altından, üstünden sıçrayarak, uçuşarak, boşlukta hızla dönmeleri.
Sonra Nüzhet’in vücudu meydanda olmadığı halde, yalnız kokusunun ve sesinin beşeri bir şekil alması, meçhul unsurlarla mücadeleler, şekilsiz uçurumlar içinde yükselip düşüşler. Bazı bir isteğin gerçekleşmesi. Yapraklan servi kadar yüksek bir dağda, siyah-yeşil bir gölgelikte Nüzhet’le kucaklaşarak yerde uzanmak ve Nüzhet’in kulağının dışından değil, içinden gelen sesi ve aydınlık bir konuşma:
- Berlin’e ne vakit gideceksin, Nüzhet? Bu gece sabaha karşı. Çünkü bu gece gitmezsem, altı sene tren yok.
Sonra bütün bir hayatın dağınık unsurları, birbiriyle alâkasız hastahane âletleri, sedyeler, bahçıvanın kazması, bir borazan, arkadaşımın hayretle açılan gözleri; ve bir gözünün büyüyerek bir bardak suya istihalesi… bir kemik üstünde testere, bir haykırış, cam sesleri, alelâde bir cümlenin bir tabur insan tarafından söylenişi gibi bir harıltı.
Ve bütün bunların arasında, bazı bir duman gibi hafif, bazı da yuvarlak bir cisim gibi sert, gezinen, arada bir şiddetlenen kemik ağrısı. Dudaklarımda Nüzhet’in dudaklarının tadı.
Ve en garibi, gözlerimi açıp uyandığıma emin olduğum halde, kendimi Eren- köyündeki odada yatıyorum zannetmem. işte başımın ucunda dolap, şamdan. işte oda kapısını görüyorum, gayet sarih.
Hattâ rüyada olup olmadığımdan şüphe edecek kadar da zekâm var, hattâ bu şüphe ile beş hassamı tecrübe ediyorum: Gözlerimi açıp kapıyorum (hep aynı oda). Kulak veriyorum (Erenköy mırıldanıyor). Yorganımı tutuyorum, yutkunuyorum, kokluyorum.
Ancak bu türlü mantık oyunlarıyla teselli bulmayacak kadar, hastalığın bana verdiği acı derslerle gözüm açılmıştı.
Günlerim endişe içinde geçiyordu ve ameliyata hazırlanmak için bünyemi kuvvetlendirmeye çalışıyordum.
FATİH-HARBÎYE’den
Karanlık bu mahallelere erken basar.
Neriman, akşamın bu saatlerinde, evde bulunmağa artık tahammül etmez olmuştu.
Evvelce dikkat bile etmediği küçük şeylere bugün ehemmiyet veriyordu.
Mindere uzandı. Odaya geceyi erken getiren bu kafeslerin deliklerinde, karanlıkların gitgide lâpalaşmasına bakıyordu: Dört köşe delikler çizgilerinin sertliklerini kaybettiler ve deyirmileştiler. Beyaz tül perdeler karardı.
Helvacıların geçtiği saat. Her şey susar ve yalnız onların sesleri duyulur. Sakız gibi incele incele uzanan ve ta uzaklara, sokak diplerine bulaşan ezik, yapışkan sesler. Günün ışığıyle beraber çekilirler, giderler.
O vakit herşey kararır, söner, her canlı şey siner.
Ellerinde çıkmtılarıyle, geç kalmış bir iki mahallelinin sıklaşan adımları. Bitişik evin kapısı, geceyi bir felâket sananların elleriyle hızlı hızlı vurulur, şiddetle açılıp kapanır. Mutfaklardan gelen ince bir dumanın bütün sokağa dağıttığı hafif bir marsık ve yağ kokusu. Fatih minarelerinde ezan.
Neriman gözlerini kapadı. Başım koyduğu yastıkta hafif bir lâvanta çiçeği kokusu. Çocukken o bu kokuyu severdi: Annesi bohçaları açtığı vakit, temiz çamaşırlardan yükselen bu kokuyu her yerde, entarisinde ve yastıklarda arardı, bulamadığı vakit rahatsız olurdu. Şimdi bundan da hoşlanmıyor.
Arka sokaklarda helvacıların sesleri hâlâ uzanıp gidiyordu, menhus, meş’um sesler. Hastalığa, ölüme ve bunlardan daha korkunç, yüzleri karanlıkta kalan ve hüviyetleri meçhul birtakım felâketlere ait kokular uyandırıyorlardı. Neriman bu seslerde annesinin ölümünü, babasının ihtiyarlığını, muhitinin sefaletini hatırlatan, bütün hayatında gördüğü ve duyduğu matemlerin hepsini, istikbalin sakladığı elemlerin hepsini sezdiren derin, gayet derin ve ruhun en muhkem, en mücehhez taraflarına bile bir anda giren keskin, bayıltıcı bir keder duyuyordu ve bu sesler bitip tükenmiyordu, biri uzaklaşıp kayboldukça, köşe başında yükselen bir yenisi, ötekini takip ediyordu ve ağır, hazin bir ses kervanı halinde, arkası kesilmeden, sıra sıra geçiyorlardı.
Galatasaray’dan Tünel’e doğru yürüdüler. Neriman Beyoğlu’na çıktığı vakit, halis Türk mahallelerinde oturanların çoğu gibi, kendini büyük bir seyahat yapmış sanırdı. Gene Fatih uzakta, çok uzakta kaldı. Tramvayla bir saat bile sürmeyen bu mesafe, Neriman’a Efgan yolu kadar uzun görünürdü ve Kabil’le New York arasındaki farkların çoğuna İstanbul’un iki semti arasında kolayca tesadüf edilir.
Bir İstanbul kızı olduğu için Neriman’ın bu farklar karşısındaki hayreti azalmıştı; fakat bir zamandan beri kendisinde yeni bir hayatın iştiyakı ve yeni bir medeniyetin şuuru uyanmağa başladığı için bu farkların her birine ayrı ayrı dikkat etmekten hoşlanıyordu.
Bir ıtriyat mağazasının camekânı önünde durdular. Burada herşey, tek başına konmuş zârif bir küçük şişenin tatlı mavisi, kırmızı ipek bir püskül, siyah kadifelerin arasında gizlenmiş ve ampulün yumuşak ziyası, bir gümüşün parıltısı… gözleri ayrı ayrı çekiyor ve zaptediyordu; burada herşey, rahat ve mes’ut insanların kullanmayı âdet ettikleri eşyaydı; burası, aynı zamanda, bir insanın ne kadar mes’ut olabileceğini hissettiren imkânlara doğru açılmış pencereydi. Neriman burada her duruşunda, bu pencereden onların saadetini imrenerek seyrediyordu.
Bir gün Şinasi’yle bu ıtriyat mağazalarından birinin camekânı önünde durmuşlardı. Neriman’daki arzuları sezen Şinasi demişti ki:
- Bu camekânlar kimbilir kaç Türk kızını baştan çıkardı ve çıkaracak!
Neriman buradan hemen her geçişinde bu sözü hatırlıyor ve gülümsüyordu.
Çantasındaki esans şişesini doldurmak vesilesiyle mağazaya girdiler. Bütün eşyanın iliklerine işlemiş hafif bir güzel koku. Neriman bu mağazaların sessizliğine de şaşıyordu. İçeride kalabalık olduğu halde müşteriler pek az konuşarak, âdeta bir dilsiz gibi işaretle meram anlatarak istediklerini alıyorlardı. Yalnız, cam tezgâhların üstüne konup kaldırılan şişelerin ince çıtırtısı.
Satış memuru kız, esans şişesini doldururken Neriman bir şey hatırladı: Küçükken babası onu Ramazanda Beyazıt sergisine götürürdü. Orada, çadır gibi bir şeyin altında, Arap kılıklı bir adam, irili ufaklı bir çok yağlı, kirli şişeler arasında, ayakta durur, kokular satardı. Bu çadıra uzaktan yaklaşırken bile sert bir nane, bahar, hacıyağı kokusu Neriman’ın midesini bulandıracak derecede burnuna dolardı ve oradan çabuk geçmek isterdi…
Son günlerde sık sık yaptığı mukayeseyi tekrarladı ve bu iki koku arasındaki farkı düşündü.
Yolda yürürlerken, herkes, Fahriye’den ziyade Neriman’a dikkat ediyordu, fakat bu, Neriman’ın herkese ayrı ayrı dikkatinin karşılığından başka bir şey değildi. Kıyafetlere, yürüyüşlere, yüzlerdeki manalara büyük bir tecessüsle bakan gözleri, herkesin alâkasını çelerek büyüyor, parlıyor ve daima canlı bakıyordu.
Löbonun önünden geçtiler. Neriman içeriye doğru bir göz attı ve Macit’i görmedi.
Fakat onun ikinci kat salonunda olması ihtimali de vardı.
Yukarıya kadar beraber çıkmayı evvelâ Fahriye’ye teklif edemedi. Müsait bir kıyafette olmadığım da düşünüyordu. Fakat Macit’i görmeden İstanbul’a dönmek o kadar güç geldi ki bir kaç adım sonra Fahriye’yi geri çevirdi, beraber pastacının yukarı kat salonuna çıktılar.
Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı , Meşrutiyet Dönemi 2, Şükran KURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.
Peyami Safa kimdir? Hayatı ve eserleri: Son devir, meşhur Türk yazar ve romancısı. Psikolojik roman tarzının Türk edebiyatındaki güçlü ustalarındandır. Peyami Safa, 1899 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Servet-i Fünun şâirlerinden İsmail Safa’dır. İki yaşında babasını kaybetmesi yüzünden düzenli bir eğitim görmedi. 13 yaşında ilk yazı denemelerine başladı. 15-19 yaşları arasında öğretmenlik yaparken Fransızca da öğrendi. Edebiyat, felsefe, târih, psikoloji sahalarında o yaş içinde fevkalâde sayılacak bilgiler
elde etti. 19 yaşında başladığı gazeteciliğe ölümüne kadar devam etti. Belli başlı bütün gazetelerde fıkra ve makaleler, tefrika romanlar yazdı. Kalemiyle geçindi. 15 Haziran 1961’de beyin kanaması sonunda öldü. Mezarı Edirnekapı’dadır.
Peyami Safa, kendi kendini yetiştirmiş, kültürlü, çok yönlü bir yazardır. Estetik ve sosyal bilimlerin hemen her kolunda (resim, mûsikî, edebiyat, psikoloji, sosyoloji, târih, hukuk, felsefe, tıp gibi) bilgi ve görüş sâhibidir. Siyâsî, iktisâdî, edebî, felsefî, hemen her sahada, ortalama 20 bin makale ve fıkrası ile 150’ye yakın basılı eseri vardır.
Peyami Safa, yetiştiği çevrenin tesiriyle küçük yaşta edebiyata yöneldi. Geçinmek için yazdığı, edebî kıymeti olmayan ve kendince değersiz bulduğu hikâye ve romanlarında Server Bediî takma adını kullandı. Yazar asıl ismini taşıyan romanlarında çok yönlü bir sanatçı olduğunu ortaya koymuştur. Geniş kültürü ve kuvvetli sezgi kâbiliyetiyle düşünce ve duygu alanlarında araştırmaya girişir. Olaya değil, tahlile önem verir.
İlk romanı Sözde Kızlar da bir toplum yarasına neşter vurmuş; Mahşer de Birinci Dünyâ Savaşının ahlâkî sahada meydana getirdiği çöküntüleri incelemiş; Dokuzuncu Hâriciye Koğuşu isimli eserinde hasta genç psikolojisini, kendi hayatının otobiyografik romanı olarak ortaya koymuş; Fâtih-Harbiye isimli romanında Doğu ve Batı arasındaki bocalamaları ele alarak Batı taklitçiliğinin ülkemizde meydana getirdiği çöküntüyü işlemiş; Bir Tereddüdün Romanı’nda İnkılâp sonrası ahlâk zayıflığını, bezginlik ve rûhî bunalımları sebep ve sonuçlara bağlamış; Matmazel Noralya’nın Koltuğu’nda kâinat ve varlık muammalarını çözmeye çalışmış; Yalnızız’da günümüz insanının hayâl kırıklıklarını ele almıştır.
Hemen her romanında, devirler, anlayış ve gelenekler arasında psiko-sosyolojik karşılaştırmalar yaptığı; toplumdaki değişmelerin meydana getirdiği buhranları, ahlâk çöküntülerini ve bu değişme sebebiyle meydana gelen çatışmaları, konu olarak seçtiği görülür. Son romanlarında ise felsefî arayışlar içine girerek karamsar bir anlayışla kahramanlarının iç dünyâsını tahlile çalışır. Eserlerinde kendi rûhî durumunu da tahlil etmiştir.
Böyle romanlarındaki ağır ve meseleler karşısındaki çözümsüz melankolik hava, bilhassa gençlerin rûh ve karakterleri üzerinde karamsar izler bırakabilmektedir.
Peyami Safa, üstün romancılığının yanında, dile hâkimiyetiyle de tanınmaktadır. Dili kullanış kolaylığı ve kelime hazinesinin zenginliğiyle dikkati çeker. Yazdığı makale ve fıkralarla dilde uydurmacalığa karşı çıkmıştır. Yazarın, Nazım Hikmet ile giriştiği Sosyalizm ve Komünizm konusundaki kalem tartışmaları, daha doğrusu kavgaları da meşhurdur.
Peyami Safa; bol kelimeli, yeni bileşimlerle dolu incelikleri, ayrı ayrı ve bol sıfatlarla, zarflarla, dile getiren canlı, bol imajlı, teşbihli, istiareli bir üslûbun sâhibidir. Felsefeye, psikoloji ve sosyal konulara düşkünlüğü dolayısıyla tıbbî ve mücerret kavramları, yabancı terimlerle, frenkçe kelimeleri çok kullanmıştır.
Peyami Safa eserleri:
Tanınmış romanları:
- Sözde Kızlar (1923),
- Şimşek (1923),
- Mahşer (1924),
- Bir Akşamdı (1924),
- Cânân (1925),
- Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930),
- Fâtih-Harbiye (1931),
- Bir Tereddüdün Romanı (1933),
- Matmazel Noralya’nın Koltuğu (1949),
- Yalnızız (1951),
- Biz İnsanlar (1959).
İnceleme-deneme-makâle:
- Türk İnkılâbına Bakışlar (1938),
- Büyük Avrupa Anketi (1938),
- Felsefî Buhran (1939),
- Millet ve İnsan (1943),
- Mahmutlar (1959),
- Sosyalizm (1961),
- Nasyonalizm (1961),
- Mistisizm (1962).
Peyami Safa ’nın makale ve fıkralarından derlenmiş bir kısım seçme yazıları şu isimler altında yayınlanmıştır:
- Doğu-Batı Sentezi (1963),
- Osmanlıca-Türkçe-Uydurmaca (1970),
- Sanat-Edebiyat-Tenkid (1970),
- Seçmeler (1970),
- Din-İnkılâp-İrtica (1972),
- Kadın: Aşk-Âile (1973).
Kaynak: Rehber Ansiklopedisi, 16. cilt
Peyami Safa kimdir? Hayatı ve eserleri: Daha önce romanlarını incelediğimiz Peyami Safa (1899), Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren düşün yaşamının hareketli kalemlerinden biri olarak göründü. Resimli Ay’da yazdığı yıllar, Nâzım Hikmet’le birlikte eski edebiyat kuşağını “tasfiye” hareketini benimsemiş, sonra tarihsel maddeci görüşlerden uzaklaşmıştı. 1936’da çıkardığı Kültür Haftası dergisinde, edebiyat yazılarının yanı sıra doğu-batı sorunlarını konu alarak değişik öğretilerin ulus, kültür, uygarlık tartışmalarındaki tezleriyle kendi görüşlerini ortaya koyan incelemeler yayımladı. Bunlardan “Şark-Garp Münakaşasına Bir Bakış” (3-5 ve 7. sayılar) başlıklı dizi yazısında Fransız şairi Paul Valery’nin tanımını benimseyerek, batının, “tüketimin, çalışmanın, sermayenin, tutkunun, gücün azamisine sahip olmasına” karşın, doğuda endüstriyle birlikte bilim ve eleştiri yeteneğinin de bulunmadığını belirtiyor, çağdaş siyasal öğretilerden hiçbirinin hele siyasal özgürlük ve demokrasinin hiç anlaşılmadığını vurguluyordu (sayı 4).
Peyami Safa ’nın aynı yıllar yayımladığı Türk İnkılabına Bakışlar (1938) adlı yapıtında “Kemalist Türkiye”yi doğu dünyasından ayıran özellikleri incelemeye çalıştığı görülür. Cumhuriyetten önceki düşün akımlarından Türkçü, batıcı, İslamcı ideolojilerin de tartışıldığı bu kitapta Kemalizmin gelenek düşmanı olmadığım belirterek “Türk înkılabı”nın İslam Birliği ve Turancılık vehimlerini silkip attığını vurgular Peyami Safa (sf. 107, 109).
Ona göre “Türk inkılabının bir kitabı varsa, canlı tarihtir ve hayatın kendisidir.” Çünkü ulusal savaş ve “Türk toprağını ve kafasını betonla inşa” zorunluğundan doğmuştur (sf. 199). Bu nedenle “dogmatik” tanımların dışındadır. Asıl ayırt edici özelliği “milliyetçilik anlayışıdır.” “Osmanlı milliyetçiliği, Türk Ocağı ile Türk Yurdu arasında bir kürsü ve yazı coşkunluğundan ibaret” kalmışken “Kemalist Türk milliyetçiliği” bir gerçekleşmenin ifadesidir. “Büyük Harp zilletinden nasyonal-sosyalizmin büyük muvaffakiyeti ve Hitler’in zaferinin doğması, 1919-1921 yıllarında anarşiyi besleyen kaynaklara karşı İtalyan faşizminin fışkırışı da” benzer zorunlukların sonucudur (sf. 204-205).
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Tasvir ve Çınaraltı’da yazan Peyami Safa, “ilim Karşısında Milliyetçilik” genel başlıklı dizi yazılarında (Çınaraltı, 23 Mayıs-27 Haziran 1942) milliyetçilik ile sosyoloji, ekonomi, tarih, biyoloji, psikoloji ve felsefe ilişkilerine ilişkin görüşlerini ortaya koyarken, Ziya Gökalp sosyolojisini eleştirmesine karşın, öğretilerin tanımında Durkheim’ci görüşten uzaklaşmadı. Şöyle yazıyordu Peyami Safa:
Demokrasi birkaç büyük sanayi memleketinin geri kalan bütün dünya memleketlerini sömürmesinden başka bir şey olmayan sanayi kapitalizminin hukuki bir ifadesidir, istismarcı milletleri dünya tarihinde eşi görülmedik bir tarzda zengin etmiştir. Hakikatte, zengin olan bu milletler değil, o milletler içinde beynelmilel sermayenin ortağı ve ajanı olan fertlerin teşkil ettiği bir tek sınıftır. O memleketlerde bu tek sınıfın kazanç şebekesi dışında kalan ekseriyet, yine dünya tarihinde eşi görülmedik bir sefalete düşmüşlerdir.
Peyami Safa ’ya göre sınıf mücadelesi ve ona dayanan Marksizm ile sınıf mücadelesini reddeden milli ekonomi, demokrasi nizamından doğmuştur. Milli ekonominin amacı, egemenliği bir sınıftan alıp ötekine vermek değil, sınıflar arasındaki eşitsizliği, “milli menfaat lehine” ortadan kaldırmaktır. Milli ekonomi, “sınıf yok millet var”, “ferdi menfaat yok, milli menfaat var”, “hak yok vazife var” ilkelerine dayandığı için işçi ve işveren sendikalarını “devletin murakabesi altında korporatif bir nizamın içine alır.” “Biyoloji ve Milliyetçilik” yazısındaysa faşist Fransız biyolojisti Felix’le Dantec’nin “ebedi sulhun ve insaniyetçiliğin biyoloji kanunlarına aykırı bir ham hayalden başka bir şey” olmadığı yolundaki görüşlerini paylaşan Peyami Safa, “sathî görüşle yıkıcı bir felâket sayılan” savaşın biyolojinin görüşü ile, bütün canlı varlıkların hayatını idame ettiren yapıcı ve yaşatıcı bir zorunluk olduğunu yazmıştır.
ikinci Dünya Savaşı üzerindeki görüşleriniyse “Felsefe ve Milliyetçilik” yazısında açıklamaktadır:
… Liberalizmin mekanik görüşü yıkılıyor. Cemiyetin makine gibi parçalardan kurulan ve insan iradesiyle vücut bulan sun’i varlıklar değil, uzviyet gibi bütünü ve parçaları aynı zamanda teşekkül eden parçalan bütünün emrinde ve istikametinde gelişen tâbi varlıklar olduğu anlaşıldığı için, geçen cihan harbinden beri yapılan inkılapların hepsi tek şefli, tek partili ve totaliter bir cemiyet bünyesi doğurdular.
Bu harb içinde liberal demokrasilerin de resmen bu bünyeye doğru istihale ettiklerini, harbden sonra daha temelli bir inkılap geçirmek yoluna, girdiklerini görüyoruz.
Peyami Safa
Peyami Safa nazi ve faşist ideolojilerin yıkılışından sonra, Hilmi Ziya Ülken’in de belirttiği gibi, “dinciliğe ve mistisizme” bağlanmıştır. Görüşlerini yansıttığı kitaplar arasında Felsefi Buhran (1939), Sosyalizm (1961), Mistisizm (1961), Nasyonalizm (1961) adlı yapıtları anılabilir.
Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı 4, Cumhuriyet Dönemi 2, Şükran KURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.
Yorumlar kapalı.