Molla Câmî kimdir? Hayatı eserleri: (1414-1492) İranlı şair. İran’da tasavvuf akımının gelişmesine, yayılmasına büyük katkıda bulunmuş, bu akımı şiirin temel sorunlarından biri durumuna getirmiştir. İran’ın Câm iline bağlı Harcird kasabasında doğdu, Herat’ta öldü. Gerçek adı Nureddin Abdurrahman’dır. Çağının ünlü bilginlerinden Nizameddin Ahmed b. Muhammed’in oğludur. İlk öğrenimini babasından gördükten sonra, Hoca Ali Semerkandî, Mevlânâ Cüneyd Usulî gibi bilginlerden din bilgileri okudu. Bir süre Semerkant’ta kaldı, Uluğ Bey Medre-sesi’nde Bursalı Kadızade Rûmî’den matematik öğrendi. Bu arada Nakşibendi tarikatına girdi, İslam bilimleri ve tasavvuf konularında yoğun çalışmalara koyuldu. Hacca gitti, değişik İslam ülkelerini gezdi, Anadolu’ya uğradı. Çağının ünlü mutasavvıf ve şeyhleriyle yakınlık kurdu, bu arada Ali Şir Nevaî ile tanıştı.
Molla Câmî, kimi kaynakların bildirdiğine göre, çok erken şiir yazmaya başlamış, özellikle eski İran ozanlarının yapıtlarını okumuş, kolay şiir söylemekle ün kazanmıştır. Gençlik dönemi şiirlerinde tasavvuf etkisi görülmez, konuların sevgi üzerinde yoğunlaştığı kolayca anlaşılır. Orta yaşlarında çağının en ünlü, en saygın ozanı olarak bilinen Câmî’yi Osmanlı Sultanı Fatih Mehmed’in İstanbul’a çağırdığı, ancak ozanın bu çağrıyı yerine getirmediği söylenir.
Câmî’nin şiirinde egemen olan sevgi yer yer gerçekçi, yer yer
de gerçeküstücü bir nitelik taşır. Özellikle tasavvuf konularını içeren
şiirlerinde Tanrı sevgisiyle insan sevgisinin birbirine karıştığı, düşünülen evrenle içinde yaşanan evrenin bütünleştiği görülür. Gerek şiirlerinde, gerekse düzyazı ile ortaya koyduğu
yapıtlarında sevgi, tasavvuf, din gibi üç konunun egemen olduğu anlaşılır.
Ancak yaratıcı gücünün şiirde yoğunlaştığı, kişiliğinin bu alanda
belirginleştiği kesindir. Câmî’nin şiir alanında etkilendiği üç önemli kaynak vardır. Bunlar da Sadi, Celâleddin
Rûmî ve Hafız’dır. Bütün şiirlerinde bu ozanların etkisi açıkça görülür. Sevgi
konularını içeren şiirlerinde Hafız’ın, tasavvufla ilgili sorunları
işleyenlerde Celâleddin Rûmî’nin, İslam felsefesiyle bağlantılı olanlarda Sadi’nin izini süren Câmî’nin önemli bir özelliği de varlık birliği
(vahdet-i vücud) görüşünü benimsemesidir. Varlık birliği sorunu, Câmî’nin özgün bir buluşu değildir, ancak onun şiirinde çok etkili bir
nitelik kazanmıştır.
Câmî’ye göre insan bir “seven varlık”tır. Sevginin içeriğini Tanrı’ya bağlılık oluşturur. Tanrı ise bütün evreni
kuşatmış, onunla özdeşleşmiştir. Bütün nesnelerde, değişik biçimlerde, görünüş
alanına çıkan Tanrı’dır. Tanrı salt varlıktır, salt ustur, salt ışıktır (nur).
Bütün eylemler,
devinimler Tanrı’dan
gelir, yine Tanrı’ya yönelir. Bütün varlık türleri Tanrı’nın görünüş alanına
çıkmasıyla oluşmuştur. Bu nedenle oluş süreklidir, belli bir yerde, belli bir
aşamada durmuş değildir. Gerek Tanrı, gerekse onun görünüş alanına çıkmasıyla gerçekleşen oluş ancak sevgiyle kavranabilir. Kişi, bütün gönlünü Tanrı’ya verir, Tanrı’dan başka bir varlığın bulunmadığı kanısına varacak bir olgunluk
aşamasına yükselirse, bütün karşıtlıkların, çelişkilerin birliğe ulaştığını
anlar. Bunu anlamayı sağlayan da sezgidir. Sezgi ile sevgi
birliktedir. Ancak seven sezebilir.
Câmî’ye göre sevgisiz (aşk) inan boştur, kişiyi tanrısal gerçeklere
götüremez. Durum us için de böyledir, sevgiyle aydınlanmayan bir usun
gerçekleri kavrama olanağı yoktur. Sevgi yalnız insanla
ilgili değildir, bütün varlık türleriyle bağlantılıdır. Bu nedenle, Tanrı’nın
bir görünüşü olan bütün varlıkları sevmek, belli bir anlamda, Tanrı’yı
sevmektedir.
Câmî’nin düşüncelerine kaynaklık
eden Yeni-Platonculuk’dan
beslenen tasavvuftur. Bu konu, Doğu düşüncesinde, yeni değildir,
bütün İslam ülkelerinde yaygındır. Özellikle “yaratılış” olayının bir
fışkırma (sudur) olarak anlaşılması Yeni-Platatonculuk’un temel görüşüdür. Câmî bir gelenek ürünü niteliği kazanan, bu görüşe
dayanarak, kendinden önce gelen mutasavvıflar gibi, insanı
iki ayrı tözden kurulu bir varlık diye anlar. Bu varlıklardan biri
“ruh”, öteki “gövde”dir. Ruh tanrısaldır, ölümsüzdür,
gövdede geçici bir süre kaldıktan sonra, geldiği kaynağa dönecektir. Sevgi, sezgi,
düşünme, anlama, yargılama gibi bütün zihin eylemlerinin
kaynağı ruhtur. Gövdeye dirilik kazandıran ruhun,
gövdeden ayrılmasıyla ölüm denen olay gerçekleşir. Ruhun ölümsüz olmasına karşın gövde ölümlüdür, geçicidir, dağılıp toprak olacaktır. Ancak,
bu dağılma, toprağa dönüşme de tanrısal bir olaydır. İnsanda iki karışık güç vardır, biri iyiliğe, öteki kötülüğe yol açar.
Olgun kişi iyiliğe yönelen, bütün kötülükleri önleyen kişidir. Bu nedenle iyi
ile olgunluk arasında bir bağlantı vardır, iyi
kişi, bütün tutkularına egemen olan kimsedir.
Molla Câmî bu düşüncesini;
Açgözlüce bakma her alçağın parasına
Kapılma tutkuya yetin inci gibi kendi sedefinle
dizeleriyle dilegetirmiştir.
Ona göre tutku kişinin olgunlaşmasını önlediği gibi gerçeği kavramasına
da engel olur. Tek gerçek olan Tanrı’yı bilmek için bütün tutkulardan arınmak gerekir.
Gerçek varlığı tanıyan kimse
Söyler Tanrı’nın benzersiz olduğunu
Kimdir
bilir misin Tanrı’ya eren
“Tanrı’dan
başka varlık yoktur” diyen.
Molla Câmî için önemli ve gerekli olan “yenilik”tir. Bu yenilik de “tanrısal görünüş”tür. Kişinin geçene değil gelene bakması, geçmişle değil gelecekle ilgilenmesi gerekir.
Geçen geçmiş, gitsin ömrümüzle giden
Yeni azık, yeni gündür doğan, ona bakalım.
Câmî’ye göre
yeninin değeri tanrısal bir olay olmasındadır,
yeni kendi başına bir değer olmadığı gibi tanrısal istencin dışında da
değildir, insanda beliren istenç, Tanrı’nın buyruğundan kaynaklanır. Bu nedenle insanda düşünen de, bilen de, özleyen de, özlenen de gene
Tanrı’dır.
Câmî, tasavvufla, tanrıbilimle ilgili düşüncelerini belli bir dizge
bütünlüğü içinde vermemiş, yapıtlarına gelişigüzel serpiştirmiştir.
Düşüncelerinin şiirlerinde yoğunlaşması da Iran yazınının yaygın bir geleneği
sonucudur. Aşağı yukarı bütün yapıtlarında işlenen varlık birliği (vahdet-i vücud) görüşünün kaynağı Muhyiddin-i Arabi’nin Fususu’l-Hikem adlı
kitabıdır.
Molla Câmî, Iran yazınında, tasavvufla ilgili görüşlerinin yanı sıra, şiirleriyle büyük bir yer tutmuş, kendisinden sonra gelen ozanları, yazarları çağlar boyunca etkilemiştir. İran şiirinin biçim ve ölçü bakımından, bütün türlerinde ürün veren Câmî’nin en başarılı olduğu alan ” gazel “dir. Tasavvufla karışık bir sevgiyi işleyen gazellerinin dili sürükleyici, söylenişi kolay ve akıcıdır. Kimi gazellerinde derin, kimilerinde sığdır. Şiirinde sesle sağlanan bir uyumun egemen olduğu görülür. Kaside, gazel, rübai, kıt’a, mesnevi türünde yazdığı şiirlerinin toplandığı Divan” ından başka, kendinden önce gelmiş ozanların yapıtlarından esinlenerek ortaya koyduğu kitaplarında değişik konuları işlemiştir. Bunlar arasında en önemlileri Nizami’nin Mahzenü’l-Esrar, Emir Husrev Dehlevi’nin Matlaü’l-Envâr adlı yapıtlarını örnek alarak yazdığı Silsiletü’z-Zeheb’tir. Sultan Hüseyin Baykara’ya sunulan bu yapıt ahlak, tanrıbilim konularını işleyen ufak öyküleri içerir. Tuhfetü’l Ahrar öğretici nitelikte bir mesnevidir. Gene Nizami’nin yapıtlarından esinlenerek yazdığı Leylâ vü Mecnun, Hiredname-i İskenderi vardır. Kuran’ dan esinlenerek yazılan Yusuf ü Züleyha iki kişi arasında geçen bir sevgi olayını konu edinmiştir. Yapıtları arasında en çok okunanı Salaman-ü Absal adlı mesnevidir.
Molla Câmî Eserleri:
- Yusuf
ü Züleyha, 1478,
(yazma); - Leylâ
vü Mecnun, 1484,
(yazma); - Heft
Evreng, (ö.s.),
1872, (“Yedi Taht“); - Baharistan,
(ö.s.), 1877; - Şerh-i Fususü’l-Hikem,(ö.s.), 1879, (“Fususu’l-Hikem
Yorumu“); - Tefsir,
(ö.s.), 1895; - Nefahatü’l-Üns,
(ö.s.), 1872, (“Candan
Esintiler“).
Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri
Ansiklopedisi, Cilt 22, Anadolu yayıncılık.
Yorumlar kapalı.