Alev Alatlı kimdir? Hayatı ve eserleri: 1944 Alev Alatlı, 1944 yılında İzmir’de doğdu. İlkokulu Erzurum’da bitirdi. Liseyi Tokyo’da “The American School in Japan”da tamamladı. Liseden sonra Ortadoğu Teknik Üniversitesi Ekonomi Departmanlığı bölümünde okudu. Daha sonra Amerika’da master ve doktora yaptı. 1968-1969 yıllarında Canaan College (Maine, USA)’de Kalkınma İktisadı öğretim üyeliği, 1970-1972’de DPT’de iktisat uzmanı, 1972-1974 California Üniversitesi, Berkeley, Psiko-dilbilim araştırma görevlisi ve “2 yaş 4 ay ile 3 yaş 6 ay arası Türk çocuklarında Türkçe öğrenme partnerleri” üzerine çalıştı.
1981-1984 yılları arasında Bizim English dergisi yayın yönetmenliği, 1984-1985 Yazko Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu.
Halen birçok dergilerde yazmakta olan Alev Alatlı TRT ve bazı yabancı TV’ler için araştırma ağırlıklı senaryolar da hazırlamaktadır.
Sanatını “romancı” olarak sürdüren Alev Alatlı ’nın, çeviri eserleri, incelemeleri ve makalelerden oluşan kitapları da vardır. Tenkit-araştırma dalında Aydın Despotizmi (1986) özellikle yankılar yapan kitaplanndandır.
Bugüne kadar yayımladığı romanları: Yaseminler Tüter mi Hâlâ? (1984), İşkenceci (1987) ve Viva La Muerte (Yaşasın Ölüm 1992), Bir Yaşamın Güncesi (1992), Nuke Türkiye (1993). “Valla Kurda Yedirdin Beni” (1993), “O.K. Musti Türkiye Tamamdır (1994), Kadere Karşı Koy (1995), Eylül 1998,.., (1998) ve Schrödinger’in Kedisi (1999).
Dil ve Üslûp
Alev Alatlı ’nın romanlarından ikisini incelemeye başlamadan önce dili ve üslûbu üzerinde konuşmalıyız. Çünkü, her dilden kelimeleri ayırt etmeksizin kullanan, bu sebeple kelime sayısı bol olan, nükteye meraklı ve zaman zaman biraz ısırgan olan bu üslûp yazarın kişiliğini de belirtmektedir. Ayrıca kelimeleri, cümle yapısı, fantezileri ile bu dil, Alev Alatlı ’nın romanlarında, inceleme-araştırma-tenkit yazılarında ve makalelerinde hemen hemen değişmemektedir. Sadece romanlarının bazı sayfalarında bu üslûbun, zaman zaman “şâirane”ye kaçtığı veya “duygusallığa” özendiği de söylenebilir.
Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca, Lâtince ve özellikle yerine oturmamış “ uydurma” veya yeni türeme sözlerden garip bir halita (karışım) meydana getiren bu dil, bir de (yazarın âdeti olduğu üzre) uzun cümlelerle donatılınca, fikrin ve meramın anlaşılması, yer yer zorlaşmaktadır. Yabancı olup da kaynaşamayan ve birbirini anlamayan insanların topluluğu gibi, her biri başka kıt’adan, başka zevkten, başka kültür ve tarihten derlenen bu “sözcük”ler de birbirleriyle kaynaşıp ısınamamaktadırlar. Kelimelerin, ibarelerin, birbirlerine sıcak olmayışları ise, okuyucunun, (özellikle dalınıp gidilmesi gereken) romanla ünsiyetini zorlaştırmaktadır.
Bu çok milletli, çok cinsli ve uzun cümlelere bir örneği “İşkenceci” romanından verelim:
“İşkenceci, asla tanımayacağı teknokratik Batılı toplumlardaki akranlarının kaderini paylaştı, ilticayı yadırgadı. Sultanahmet’e yayılan, nedenini asla sorgulamadığı bir haklıcılıkla küçümsediği baldırı çıplak, mezhebi meçhul hippy, beatnik, punklarla, çağdaş dünyanın en ünlü hekimlerini nicedir peşinden koşturan psikopatolojik bir sayrılığı, ölümcül can sıkıntısı’nı paylaştığını bilmedi! İronik olan, Türkiye intelijansiyasının büyülü yeni oyuncağı, “sibernetik toplum” bireylerinin mustarip olduğu, tinsel üretim yetersizliğinin, teknoloji ile tırnak makasından öte alışverişi olmayan, sakıt Ağa’nın oğlunu da teslim almış olmasıydı.”
Birkaç cümle de “Viva La Muerte”den:
“Şöyle söyleyeyim, nekrofilin, dünyaya ve kendine bakışı ussaldır. Bilim çağının insanlığa, hediyesi! Ne gibi? Meselâ Nürnberg mahkemelerinde Himmel, Goring her kimse, onlardan birine, “bu kadar Yahudi’yi nasıl öldürebildiniz?” diye bir soru sordular. Adam şöyle bir duralar, işte gaz odaları şu kadar metreküptü, şu kadar insan doldurulunca, gaza şu kadar yer kalıyordu, diye başlayıp ceset başına optimal verimliliği nasıl sağladıklarını anlatır. Ussal bakıştan kastettiğim bu. Şimdi, tabiî o ölüm insanoğlunun en teorik eylemidir. Bunu istenç ile seçerek, tekmeleyerek yapmak bir yüksek gelişme çizgisi oluyor, lâfı, bir ideoloji, yeni bir “şey” bir canlıdan, birıituel gencecik bir insanın hayatından daha değerlidir, demek. Birey, kendisini, “toplum” denilen bir soyutlamaya fedâ etmelidir, demek.” (Viva La Muerte, s. 83)
Bu kelime kalabalığına, noktalama işaretleri kaygısızlığına, bir de uzun cümleler arasına sıkıştırılan “devrik tümce”leri katması kitaplarının okunmasını biraz daha zorlaştırmaktadır. Belki yabancı dillerle, çocukluğundan beri fazlaca içli dışlı olması buluşları değerli, kültür birikimi de yüklü olan bu yazarın Türkçe zevkini zedelemiş olabilir. Bu, biraz da İngilizce cümle yapısına uyarlanmaktan, bir ölçüde de (dilinden düşürmediği) “yabancı bir dile çevrilebilmek” arzu ve kaygısındadır:
“Neyi yazmak istediğimi çok iyi bilerek yazmaya otururum. Lâfı döndürüp dolaştıramıyorum. Yan yana eklenip de hiç bir mana ifade etmeyen cümleler var. İçinden üç kelimeyi atsan da bir şey farketmiyorsa bu benim tabiatıma aykırı. Bir cümlede istediğin her şeyi söyleyebileceksin ve bu bir başka dile çevrilecek kadar net olmalı.”
Ne var ki, fikir ve tartışma alanından çıkıp romanın akışına ayak uydurduğu yerlerde, özellikle inanç ve heyecanı ile beraber duygulanışı da üstün geldiği yerlerde Alev Alatlı, Türkçenin lezzetinden sesler de vermektedir.
“İhtiyar adam: “Özgürlük bir hedefe yönelmez. Yeryüzünde özgürlüğe rastlanmaz. Yeryüzünde rastlanılan tek şey özgürlük uğrunda savaştır. Erişilemeze erişmek için savaşıyoruz. İnsan bu yüzden hayvanlıktan kurtuldu…”
(Viva La Muerte, s. 149)
“İşkenceci’nin annesinin hiç baygın gözleri olmadı. Dizleri hazla titremedi, saçları dağılmadı. Kor dudakları yoktu, an emmedi. İnci inci terlemedi Çiçeğe meraklanmadı. Saçlarına takmadı. Kendi tomurcuklanın bile görmedi. Binbir kat giysi engelledi, güneş tenini bulamadı. Cizvit keşişlerinin inatçı inkârıyla sürükledi hantal bedenini. ’’(îşkenceci’den)
İşkenceci
Daha sonra Viva La Muerte’de hatları iyice belirlenecek olan Alev Alatlı romanına, gösterge olmak üzre, 90 sayfalık “İşkenceci’ romanından, kısaca bahsedelim:
İşkenceci, hakkında bilgi vermeden önce, Nabi Avcı’nın, toplu görüşünü aktaralım. Bu, aynı zamanda, “Viva La Muerte” hakkında da hüküm sayılabilir:
“1987 yılında yayımlanan İşkenceci, yazan Alev Alatlı ’ya, Türkiye Yazarlar Birliği’nin roman ödülünü kazandırdı.
İşkenceci, roman türünün klâsik kalıplarına, tanımlarına uymamakta direnen bir kitap. Son yıllarda Türkiye’nin gündeminde önemli bir yer tutan İşkence olgusunu, âdeta bir toplumsal açıklama anahtarı gibi kullanıyor Alev Alatlı. Bu anahtarı kullanarak, Türkiye’nin ve Türk insanının yaşadığı kimlik arayışını, daha doğrusu kimlik bunalımım anlamlandırmaya çalışıyor. Bu nedenle, roman sadece işkence ekseninde dönen bir anlatı olmaktan hızla uzaklaşarak, şizofrenik bir toplumsal yapılanmanın tahliline dönüşüyor. Nitekim kitabın başına alman alıntılar da, şizofrenik yapılanmanın nerelere kadar uzandığını gösterecek şekilde seçilmiş. Toplumun en sağlıklı olması gereken katmanlarına ve kuramlarına bile nüfuz eden bu şizofrenik yapılanma içinde işkence çekenle, çektiren birbirine kan- şıyor, birbirine dönüşüyor ve okuyucu -çok geçmeden- bizzat kendisinin de bu kanlı oyunun bir parçası olduğunu kavramaya başlıyor”. (1988)
Alev Alatlı, değişik düşüncelerle tıka basa dolu olan İşkenceci romanında, “olay”a, daha sonra yazacağı, Viva La Muerte’deki kadar bile önem vermemiştir. Hikâye edilen bir vak’a, uzaktan uzağa seziliyor. Ayrıca fikirler de soğukkanlı ve tahlilci değildir. Eleştirmen ve yergi yoğunluğu baskın çıkmaktadır. Bunlara belki “sosyal roman” denilebilir. Şu anlamda bir “sosyal roman” ki, kişilerin macerası yerine, Türkiye’nin demokrasi macerası romana sığdırılmaya çalışılmıştır. Nitekim bu romanda zaman, 1945-1987 yıllan arasındadır. 1944-1945’te, 2. Dünya Harbi bitiminde, “Demokrasi” diye başlayan, fakat 1987’de demokrasiyle hâlâ baş edemeyen yıllar. Demokrasi yolunda atılan yamru yumru adımlar. Sancılı, hararetli, bazen kanlı eylemler ve yıllar
1947’de Demokrat Parti kurulmaya başlıyor; hileli seçimler yapılıyor. 1950’de, Demokrat Parti serbest seçimle iktidardadır. 1960’m 27 Mayıs’ında, asker, tek- parti CHP’ye aldanarak, DPyi alaşağı etmiş, halka ve demokrasiye karşı bayrak açmıştır. 1961’de halkın sevdiği ve seçtiği başbakan Menderes zorla ve kanunsuzca asılmıştır. Askerî idare, bilgisiz çaresiz olduğu ve ekonomik hareketlilik yapamadığı için, ucuz devrimciliğe yani “Atatürkçülük” adı ile yeniden bürokrasi ve zümre egemenliğine geçmiştir. Adalet Partisi iktidarına rağmen de sivil idare ülkeye hakim olamamış; politikacıların ve Meclis’in hor görülmesi sonucu, 12 Mart 1971’de asker yeniden müdahale etmiştir. Bunu, aynı kafada 12 Eylül 1980 müdahalesi takip eder. 1987’ye kadar da, vurguncu-liberal devir açılır. Bu da Türkiye’yi bir yerlere götürecektir…
Türk Edebiyatı dergisi yazarlarından Edebiyat öğretmeni Zeki Gezer, romanın safhalarını şöyle anlatır:
“Roman, bir bakıma demokrasi ile aynı yaşta olan îşkenceci’nin ve ailesinin başına gelenlerdir. Önce, toprak reformuyla ailenin topraklan kamulaştırılır. Ailenin bütün çabaları, toprak ağası referansı toprağını geri almaya yetmez. İstanbul’a göç edilir. Üstelik ağanın kan davası da vardır. İstanbul, onları horlar, iter, kakar. 27 Mayıs hareketi yaşanır. Menderes ve arkadaşlarının asılması Kocamustafapaşa’ya yağmurlar şeklinde akseder. Bu romanda 27 Mayıs bilinen ve bilinmeyen yönleriyle ele alınır. Ordu artı CHP’nin eşittir iktidar olduğu gerçeği belirtilir. Sonra 70’li yıllar… 12 Mart muhtırası, anarşi dönemi… Anarşinin gençlik ruhunda açtığı yaralar, 12 Eylül, can sıkıntısı, yalnızlık, işkence… Ve bir gerçek arayışında olan kahramanın sonunda ulaştığı nokta: Gerçek vicdanın sesidir. Ne bir insan, ne bir kurum, ne de bir kavram ile paylaştığım, bir tek bana, sadece bana ait olan şeyin, tek şeyin, vicdanımın sesidir.”
TKP/C militanı olarak hapiste bulunan kahraman, artık bir nevi nihilist ve ateisttir. Kurallarım kendisi koyar, bunun için ne dünyevî, ne de semavî bir otoriteye ihtiyaç duyar. Mırıldanır: “Birkaç yüzyıl yaşasaydım, acımla ektiğimi, sevinçle biçerdim, Yirminci yılımın ayrılığı, yüz yirminci yılımın vuslatı olurdu. Varsm bre! Varsın benim sesim okun ıssızlıkta yankılanan! Gün gelir yağmur olur düşer, bozkırı meraya çevirir.”
Romanda, sırf AET’ye girebilmek için idamların kalktığı dile getirilir. AT’a girmek için son yıllarda bol keseden ehliyet, akademik kariyer vs. gibi pek çok paye dağıtılmıştır. Ayrıca işkencenin olmadığı, idamların kalktığı havası verilerek Avrupa Konseyi’nin gözüne girilmeye çalışılmıştır.
İşkencecide serpilmiş bulunan bazı düşünceler ise şunlardır:
“Türkiye Cumhuriyeti her türlü ahlâk sisteminin gümrüksüz girdiği açık pazar olalı niceydi?”
Atatürk’e dair dalkavukça şiirlerden baza mısralar verilerek, bilhassa Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Mustafa Kemal’i gördüm düşümde / Yeleleri alevden al bir ata binmiş / Aşıyordu yüce dağlan, engin denizleri” şiirinden hareketle Alev Alatlı şunları söylemektedir:
“İkonlarına yakıştırdıkları nitelikle huzur bulan kadîm Yunan ozanları, cahiliye şuarâsına taş çıkardılar. Kayseri’de hükümet konağının balkonuna çıkan, Gazi değil, bir meşaleydi.” “Işık renkli saçları, şimşek bakışları ile canlı bir alevdi” “Yeleleri alevden al bir ata binmiş “Zeus misali” aşıyordu, yüce dağlan engin denizleri. “Saçlarının, gözlerinin renginin üstünde, böylesine ısrarla durulması esmer şarkın sarışın batı karşısında ezikliği olsa gerekti.”
Öğretmenin görevine gelince: Bir rüyayı yerleştirmekti, gerçeği yorumlamak değil. Olması düşleneni göstermekti, olanı değil. Her yalan bir yaratıştı ve Türkiye Cumhuriyeti, yirmi üçten bu yana yaratmaya çalışılıyordu.
Kendi kültür ve sanatı ve günümüz edebiyatı üzerine görüşleri:
Alev Alatlı, kendisiyle yapılan bazı mülâkatlarda, kendi sanatı, dünya görüşü ve günümüz edebiyatının bazı özellikleri üzerine durmaktadır. Uzun mülakatın hepsi değil, Z. Gezer’in bazı sorularıyla, romancının bazı “cevaplan” aşağıya alınmıştır.
“Ben kendi kültürüme Batı’dan döndüm. “Biz kimiz?”, “nerden geldik” İslâm kültürümüz vs. Her medeniyetin bir kitabı var. Batının, Araplar’ın. Fakat maalesef Kur’anı kerim Araplar’a inmiş bir kitap, bizim hiç kitabımız olmamış.”
“Bizimki gibi bir toplum yok. Kendi topraklanının dışına çıktığı halde dört bin yıl bakî kalan başka bir topluluk yok. Bunu da düşünmek lâzım. “Acaba çok existentialist bir toplum muyuz?” diye düşünüyorum. Dünü tamamen yadsıyıp bugünü bugün yapan bir toplum.”
-Biraz coğrafyamızdan kaynaklanıyor mu bu durum?
“ Hareket halinde olan bir toplum. Sartre alanında existentialist bir toplum. Bizim göç bitmedi. Popomuzun üstüne oturabildiğimiz 1917-1950 sonra yine Almanya, İngiltere, Avustralya göçleri. Bir tuhaf akide. Çünkü çok çabuk adapte oluyoruz. Şu anda Almanya’da otuz bine yakın işletme varmış. Türk toplumu denildiği zaman Samanlarla, tarif etmeye imkân yok.”
„ -Eserlerinizi hazırlarken gelecek nesilleri düşünür müsünüz?
“Sanıyorum benim yazma nedenim sorumluluk. Ben yaşıyorum. Ben bunu gördüm. Bir bakın siz ne yapıyorsunuz, ne yaparsınız demek lâzım. Dil de ayrı bir sorun tabiî.”
-Tanzimattan bugüne kadar sizi en çok etkileyen sanatçılar kimlerdir?
“Ben hikâyecilikte hâlâ Ömer Seyfeddin ’deyim. Son çıkan örneklerin izlenimcilikten öte olmadığını düşünüyorum. 1950 sonrası, Türk edebiyatının hikâyeciliğinde en çok konu olan Almanya’ya göç edebiyatı. ”
-Türk hikâyesinde kadının ruhsal yaşamını cinselliğe fazla önem vermeden çarpıcı bir şekilde aktarabilen yazarlarımızın sayısı oldukça az. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
“Türk hikâyesinde kadının cinsel yaşamı hakkında az eser var. Türk hikâyesinde kadının rahat yaşamının gerektiğince yansıtılmadığına katılıyorum. Kadını doğru dürüst anlatan kadın yazarımız yok gibi. Biz emanet kafalarla düşünüyoruz. Bunun bir tezahürü de buhran ithal etmektir. Ya inanılmaz derecede erdemli bir “hanımağa” oluyor ya da işi iyice sefilleştiriyorsunuz: Duygu Asena veya Pınar Kür gibi… Ya idealize edilmiş tipler söz konusu ya da öbür tarafta. Ben ikisinde de yokum. Emanetle düşünen kafa ile batı jürisine göz kırpan oldu mu olmadı mı? diye soruyorsunuz. Öyle bakılırsa Kerime Nadir hepsinden daha iyidir.”
– Sinemanın Türk Tiyatrosuna yeni bir perspektif kazandırdığı fikrine katılıyor musunuz?
– “Hayır efendim. Bunun için tiyatromuzun belli bir perspektif içinde olması gerekirdi. Böyle bir şey olduğuna inanmıyorum. Türkiye’nin en iyi aktörleri âlemin malını çalarsa bu olmaz. Kopye ile çalmak arasında bir nüans oldu. Duyarsızlaştık bu hırsızlıklara karşı. Bunun önemini idrak etmeliyiz. İkinci nüsha değil bu çalmak. Nereye baksanız Türkiye’de mafya görüyoruz En özgür olduğumuz dönemleri de biliyorum. Askerî rejimlerde de özgün eserlerin çıktığını görüyorum. Bir bahane buluyorum. 1980’den bu yana Şehir Tiyatroları, Yeşilçam’da da oto sansür var. Türkiye’de tanınan özgürlük de kimseye tanınmaz. Cumhurbaşkanına ağzınız dolu küfredersiniz.
Silâhlı sahneye oyun konur. Sağ gelince kendi sanatçısını, sol gelince kendininkini kayırır. Problem altyapıda.
-Son yıllarda ezilen kadın yerine başkaldıran kadın kahramanların ön plâna çıkması hakkında neler söylersiniz?
-’’Lâtife Tekin’in “Gülfidan”ı. “Diğerleri de var tabiî. Akdeniz’de, Bodrum’da yaşanmış küçük aşk macerası çok yerel geliyor bana. İslâmcı hanımlardan da bıktım. Özendirme hep olmalı. Erdem özendirilmeli ama bunları erişilmeyen putlar haline getirmek olmaz. Sadece korkulan ama asla sevilmeyen bir meta haline gelir.
“Prosper Merimee’nin Carmen’i Türk edebiyatında yok. Türk kadını üstün özelliklerini sürdürmesine rağmen bunun örneği yoktur denilebilir mi? Hiçbir şey olmasa bence bir Müzeyyen Senar, Safiye Ayla, bir Samiha Ayverdi gerçeği var. Dr. Oya Bayrı (Pastör Hastahanesinde) 17 saat ameliyat yapan bir mikro cerrahtır. Bizim senelerce hekimlik yapan kadınlarımız var. Neye baktığımız önemli. Bu toplumda her şey var. Egemen, sapık, yenilikçi, sapık ideolojisinin baskısı yüzünden bunu göremiyoruz. Bundan sonra bu konuda çalışacağım. Safiye Ay- la’nın Atatürk’le olan ilişkisinden doğan sırn merak ediyorum. Edebiyatçıysanız resmî tarihe karşı çıkacaksınız. Cesur insanı hiçbir sansür durduramaz. Sanatçı dediğiniz hep baskı ortamlarında çıkar.”
– Dünya edebiyatında beğendiklerimiz?
“Ondukuzuncu yüzyıl Rus yazarları. Dostoyevski, Tolstoy. Sonra İngilizler…’’ Fransızlarda çok zorlanıyorum. Anlamıyorum. Balzac meselâ.
-Karşımda Yaser Arafat’ın size verdiği Arapça roman ödülü belgesini görüyorum. Bize biraz da İslâm ülkelerine seyahatinizden El Ezber Üniversitesine gidişinizden Arafat’ın şildinden ve roman ödülünüzden bahseder misiniz?
“İslâm Kültürü ve diğerleri arasında ne olup bitiyor diye sorarken karşıma Filistinli Hristiyan Edvard Said çıktı. Şu anda Columbia Üniversitesinde Mukayeseli Literatür okutuyor. Bu adamın “Orientalizm” adlı kitabında Batının; Doğu kültürünü nasıl takdim ettiği görülüyor. Burada uysal kadınlar çıplak kadınların ayağının altında yatar. Erotik parfümler vs. olan bir doğa iktidarlı erkekler, şehvetli kadınlar vs. Lamartine gibi Doğuyu istediğince sahte bir yorumla anlatan yazarlar var. Filistinli Arapları anlayacaklarsa o toprak Batılılara boş gibi görünüyor. Kudüs’ün süt bal akıttığı yok. On para etmez bir yer. Ah o gâvurlar olsa da oraya el atsa. Aynı şeyi İstanbul için de söylerler.”
Viva La Muerte
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Alev Alatlı’nın henüz ilk örnekleri görülen romanlarında olay, hikâye en başta yer almıyor. “Söz” ağırlığı, yani (bazı soyutçu romanlarda olduğu gibi) “söylem”in önde geldiği de söylenemez. Bu hâl, Oğuz Atay ve bazı benzerlerinde görülecektir. Alev Alatlı, denilebilir ki, (henüz bir sistem halinde olmayan) her alana dağılmış düşünce ve bilgilerini söylemek, yaymak ve tartışmak için çevreler, olaylar, kişiler gibi fırsatlar kollamaktadır. Romanda olay örgüsü de yok değil ama, bunların çoğunluğu Günay Rodoplu’nun düşüncelerini söyletmek için zeminlerdir. Meselâ, “ekonomik’ görüşlerini “Homo ekonomikus” hakkındaki bilgi, tenkit ve kıyaslarını ortaya koymak için romanda tam 20 sayfalık “konferans” ve tartışma bölümü ayrılmıştır, (s. 240-260)
Nitekim Alev Alatlı ’ya Nokta dergisinde, bu eserin “roman” olduğuna dair itirazlar yöneltiliyor. Kendisinin o sözlere cevaplan şöyledir
“Nokta: Romanınızda bir olay örgüsü var. Ama ağırlık Rodoplu’nun çeşitli konulardaki düşüncelerine ayrılmış. Niye roman?
Alev Alatlı: Thomas Mann’m, Balzac’ın yazdıkları niye romansa ondan roman. Çok ’güncel olduğu için şimdi size tuhaf gelebilir, ama 50 yıl sonra bakılınca niye roman olduğu anlaşılacaktır. 1972-2000yıllan arasında bir insanın bir odadan ülkesine ve dünyaya bakarken duyduğu hüzün anlatılıyor burada Kitabım şu anki güncel Türk edebiyatından farklı, ama Doris Lessing’in yaptığından çok da farklı değil.
Nokta: Sessizliğe hiç yer verilmemiş kitabınızda
Alev Alatlı: Yapmayın, kitabın asıl kahramanı Mehmet sessiz. Diğer romanlar da ortaya çıktığında daha iyi tanıyacaksınız Mehmet’i. Dört ayrı ucu aynı anda yaşıyor Mehmet. İlk kitap intelijansiya, İkincisi Batı, üçüncüsü Kürt meselesi ve dördüncüsü de iş dünyası. Herkes gibi bir adam Mehmet. Son 50 yılın mihnetini çekmiş bir adam. Anlamaya çalışıyor. Ben onu solcu yaptım ama rahatlıkla ülkücü de yapabilirim. Dizi (dört eserlik nehir roman) bittiğinde 2000 yılının Türk insanı da ortaya çıkacak. Niye böyle bir kitap yazdım, onu da söyleyeyim. Doğrusu ben, 1862’de Duyunu Umumiye kurulduğu zaman bir insanın ne hissettiği ne yaşadığını bilmek isterdim. Onun için, “Türkiye bügün okumazsa yarın okuyacaktır” diyoruz. Bu bir slogan değil, bir iddia. Desinler ki o zaman birileri bunları sorguluyormuş. Bunu ancak roman verebilir. Bu hüznü ve acıyı.” (Nokta, 29 Mart 1992)
Romanın konusu, Alev Alatlı ’nın, çeşitli bilgi, düşünce ve olaylar üzerine görüş ve eleştirilerini vurgulamak üzerine kurulmuştur, demiştik. Nitekim olayın kahramanı da, başlıca düşünce üretici, konuşmacı ve “tez”cisi de, Günay Rodoplu adlı bir hanımdır. Romancı, çokluk onun ağzıyla konuşur, çok kere de Rodoplu, tartışan, onu seven, takdir eden, sürekli yanında bulunan kendisidir. Bu Mehmet de olabilir. Pek de göze görünmeyen Mehmet, diyalogun zaruri kişisidir.
Rodoplu’nun macerası kısadır Şafak Özden adında (evli) Bayburtlu “Yeşil elma, tarçın ve kekik kokan yiğit? (bunlar Anadolu’nun simgeleri) dediği bir erkekle tanışır. Onunla evlilik dışı ilişkisi, roman boyunca devam eder. Şafak Özden, aslında belki duygulu, aynı zamanda hesaplı ve içinden pazarlıklıdır. Ticareti var, politik hırslan vardır. Rodoplu’nun bunları bile bile, onu sevmekte oluşu, onun akıl ve bilgi üstünlüğüne kolayca yakıştırılamıyor. Kendisine zaman zaman yanık, fakat çok defa cüretkâr ve katı davranabilen Şafak’a tutkunluğu, sadece kadınlık ihtiyaç ve istekleri ile de kolay izah edilememektedir. Şafak’ın, bir düşünce ve duygu derinliği yok. Şafak’ın, bilgi ve kültürünü uzaktan, ama fedakârlığa filân yanaşmadan beğeniyor.
Şafak Özden’le, Günay’ın, aslında fikirleri de birbirini tutmuyor. Günay, güzel bir kadın mıdır? Roman, bunu da pek anlatmıyor. Şafak’ın kansı,’’kocasının yattığı”nı bildiği bu kadına, “fahişe” gözüyle bakmaktadır. Rodoplu, bunları bilmekte, konuşmaktadır. Ancak, kültürce seviyece kendisinden çok geri ve uzak olduğunu bildiği Şafak Özden’e karşı, pek de izah edilemeyen romantik sevdası, okuyucuyu inandıramayacak biçimde, sonuna kadar sürmektedir. Nihayet, Şafak, SHP’den, Çayırtepe Belediye Başkanlığını kazandıktan sonra, güya, gerçek yüzünü büsbütün ortaya koyduğu için, Günay hanım, hayata küsüp, artık yaşamak istemez, hayata gözlerini yumar.
Olay, işte bu kadar sadedir. Bu akışın içinde, izah edici, kuşatıcı bir “psikoloji”, maddî manevî bir haklı gösterisi veya bir icbar gerekçesi bulunduğu ise söylenemez. Romanın ikinci kişisi olan Şafak Özden, zaten fazla incelenmemiş bir gölgedir, sadece figürdür. Zaten romanda oldukça canlı sayılabilecek biricik kişi Günay Rodoplu’dur. Ötekiler, Şafak kadar bile etmezler, hepsi de sadece Rodoplu’ya, konuşma, yergi, hiciv, eleştiri yapma, düşünce söyleme fırsatı veren araçlardır.
Viva La Muerte’nin 474 sayfası içinde, Rodoplu ile Şafak’ın aşklarını ve sevişme sahnelerini anlatan kısımlar çok değildir. Onlardan birini aşağıya alıyorum:
“Koca bedeninin sıcağına sar beni, Şafak’ım,” diye fısıldadı, “Sar beni, korkularımın gecesini dağıtsın, gözlerinin ışıklan. Yan uykudaydım, yan uyanık Sen getirdin ülkemin rüzgârını. Bozkırdan ezan sesleri erdi kulaklarıma.”
Şafak hayretle duraladı, kaşlarını çattı.
Günay, başını kaldırdı, genç adamın gözlerinin içine dikti gözlerini,
“Bozkırdan ezan sesleri erdi kulaklarıma,” diye tekrarladı.
“Bak, titriyor ruhum. Seni dualarla kucaklıyorum. Allah razı oluyor, kul da!”
Hafifçe güldü, az öteden geçen toprak yüklü kamyonun sesinin uzaklaşmasını bekledi,
“Ah! Bir koca döl yatağı bu deli gönlüm! Tohumunu yeşertecek bir koca döl yatağı! Kucakla beni, evlâd ü iyalinim ben. Sar beni, dört bin yıllık bacınım ben. Bin bana, rüzgâr kanatlı al kısrağınım ben.
Işıklı günlerin Türkiyesi uzak, yaya gidilmez yiğidim. Atın, avradın ben olayım. Bu derbeder günlerin insanları bilmezler, bütün kervanlarının yolunun tek olduğunu! Onlar hayatı anahtar deliğinden gözlerler, solukları kesilir, rahmetlerini esirgerler, sürgünler ölür!
Bilir misin, seralan vardır onların. Fanusların altında orkideler yetiştirirler! Büyük, saygın ve renklidir orkideleri, çiçekten sayılırlar. Oysa bizim sevdamız karla, boranla büyür, yedi dölümüze yeter.
Ellerini esirgeme!
Çevir yüzünü, yarınlara kanatlanan ruhların İçtimaını dinle!
Dinle, bak! Ayın hışırtısını duyuyorum semada!
Bir gün toprak olursam, sana anlatamadan, neden nefesindir kokladığım sabahta, niye ellerin ellerimdir ve niye başındır okşadığım her başta… yanarım Şiran! Yanarım, ölürsem anlatamadan! Yanarım, yine sahtekârlara kalır, yine yiğitlikleri kendilerinden menkul fahişelere boğulur diye dünya!”
Elini uzattı, genç adam iki avucuyla sımsıkı kavradı. Kızardığını hissediyor, Şafak’ın yüzüne bakamıyordu, Rodoplu, yine de sürdürdü.
“Işıklı Türkiye’nin mimarı, sen geleceğe kanatlanırken, ben seyisin olacağım. Bağnazlık dikenlerini çıplak tabanlarımla çiğneyecek al atlı süvarime yol açacağım. Atalarımızın bizi bağışladığı gün, şölen kuracağız. Zıgana çamları davulların sesine titreyecek. Güneşte yer bulmaya koşacak bahtsız halkımız. Sen köhne duvarları yıkıp, yerine şeffaf saraylar diktiğinde, kalfan olacağım. Kör kâtiplerden tescilli karının rahminde, oğullarının saçlarında, büyüyen göbeğinde, mezar taşının gölgesinde, duracağım.
Yüzyılların entel günahından, sana adanmakla arınacağım.”
Sustu, kısacık güldü,
“İşte, bu kadar!” dedi, gözleri dolu doluydu.
Şiran da kim diye sormadı,
“Sağol,” dedi, Şafak, “Sen yazdın değil mi?”
Rodoplu, cevap vermedi.
“Seninle doğru dürüst bir konuşalım,” dedi, Şafak. Kalktı, mangaldaki etleri yana çekti, geldi, tekrar oturdu. Bardakları kontrol etti. Araya bir şey girmesin istiyordu.
“Bak,” dedi, “zaman zaman bana kızdığım biliyorum. Haklı olabilirsin, ama, ben öfkeni hak etmediğimi düşünüyorum.” Rodoplu’nun itiraz edecekmiş gibi kıpırdadığını gördü,
“Dur!.. Bırak, bu defa da ben konuşayım, olmaz mı?”
“Afedersin.”
: “Rica ederim,” derin bir nefes aldı,
“Bak, bu, bugünden yarma bir ilişki değil,” dedi, “Nasıl söyleyeyim, ben, bugüne kadar babama bile seni seviyorum demedim. Sana diyorum. Seni seviyorum. Yıllar yılı… hep sevecem. Yaşayacaz, görecez. Hayatımda en çok değer verdiğim insansın. Kadınımsın sen benim. Belki zaman zaman seni üzeceğim, ama inan isteyerek değil! Vallahi, değil gülüm! Bak, geçen gün ne oldu; Balıkesir ’den bir yeğenim geldi. Karım filân hep beraber oturuyoruz. Baktım, boyundan büyük lâflar ediyor, ama, yanlış anlama, akıllı lâflar. Kimden öğreniyorsunuz bunları dediydim, “Günay Rodoplu’dan, o bizim pirimiz demez mi? Seni tanıdığımı filân bilmiyor! Nasıl gurur duydum, böyle içimden ılık ılık bir şeyler aktığım hissettim, vallaha! Limansın sen bana. Bazen, böyle, sesini duymak için…” birden durdu, mah- çubiyetini büyük bir gülüşün ardına sakladı,
“Yeter ama, da!..Sen bütün bunları biliyorsun.”
“Bilmiyorum, ” dedi, Rodoplu, sesi küçük bir kız çocuğu gibiydi.
“Bilirsin. Bilirsin da! Sen, bilirsin.”
“O kadar güvenme bana. ”
“Sana güvenmiyeyim de, kime güveneyim?”
Duraladı, kadın haklı olduğunu düşündü. Kişiliğinde kesin olarak güvendiği bir şey varsa, o da güvenilir olduğuydu.
“Haklısın,” diye içini çekti, “Ama, bak, nihayet bir kadınım ben. Özen göster. Annenmişim gibi davranamayabilirim.” .
“Niye? Her kadın erkeğinin biraz da annesi değil midir?”(Viva La Muerte, s. 215-216)
Buraya kadar, düşünceler, tartışmalar, araştırmalar üzerine kurulmuş olduğunu belirttiğimiz, Viva La Muerte romanını anlatırken, ister istemez, Alev Alatlı ’nın en çok işlediği “görüşleri” üzerinde duracağız.
Yalnız bu fikirlerin önemlilerinden birkaçını sergilemeye geçmeden önce yazarın bu romanda ve daha önceki eserlerinin tümünde, gösterdiği iki özelliğe işar ret etmeden geçemeyeceğiz. Bunlardan birisi:
Alev Alatlı ’nın, öncelikle “aktüel” (güncel) ve daha gerçekçi, hatta belgeci olmak emeliyle, basından, sanat âleminden, politika, ticaret kalem mensuplarından tanınmış birçok kişileri, örnek veya emsal olarak almış bulunmasıdır. Eser çıktıktan sonra bazı dergiler, Alev Alatlı ’nın haklı veya haksız ün kazanmış bu kişileri biraz da ilgi toplamak için, apaçık “polemiklere” meydan açmak için, adlı adınca romana aldığım söylemişlerdir.
Nitekim bugüne kadar, kişileri teşhir etmek için bazı hiciv kavga eserleri yazılmamış değildir, fakat bunu yapan bir roman yazılmamıştır bizde. Bazıları yazarın bu tutumunu “za’fına, kompleksine” yormuşlardır. Daha büyük bir kitle ise Alev Alatlı ’nın kendi kültürüne güvenine, “demokratik” dürüstlük ve cesaretine vermişlerdir.
Belirteceğimiz ikinci husus, bu eserin üslûbunda, kelime ve düşüncelerinde, geniş kültürü, “entelektüel” endişeleri ile tanınmış irfan, fikir ve sanat adamı Cemil Meriç’le Alev Alatlı arasında görülen yakınlıklardır.
Esasen Alatlı da, Meriç’in fikirlerini beğendiğini belli ederek, kitaplarına, onun eserlerinden cümleler aktarmaktadır. Ayrıca; Batı, İslâm, Marksizim, Türk aydını ve toplumumuzun çürümüşlüğü üzerinde üstadıyla hemfikirdir. Öte yandan, Alev Alatlı, üslûbundaki uzun cümle, nükte merakı ile de, yer yer Meriç’i andırmaktadır.
Bununla beraber Alev Alatlı, elbette çok yerde, Meriç’e hiç uymayan, ona aykırı düşen fikirler de yazmıştır. Meselâ, Cemil Meriç, yazılarında “uydurma söz” ve frenkçe kullanmamaktan ısrarla sakındığı halde, Alev Alatlı, bunun zıddını yapmaktan zevk alıyor.
Türk Aydını Meselesi
Alev Alatlı, başta Viva La Muerte olmak üzere, İşkenceci’de ve Nuke Türkiye’de Türk aydınlarından, derin ve esaslı bir şekilde şikâyet etmekte, sayfalarının büyük bir kısmını, onların tenkitine ayırmaktadır. Ona göre, “düzenin öz-uzman aydınlan” olan bu okumuşlar, milletimize külliyen yabancı düşmüşlerdir. Görevleri ise, kendilerinden saymayıp, hor gördükleri Türk milletini, İngiliz, Fransız (Batı) toplumlarına benzetmektedir. Bu milleti, köklerinden koparıp, şahsiyetlerinden çıkarmak için, rahatça faşizmi, despotizmi bile uyguluyorlar. Alev Alatlı ’nın “aydınlar”a, kimi “solcuların” adlarını da vererek, hücum etmesi, o çevreden bazı dergilerin karşı hücumlarını çekmiştir.
Aktüel’in 14 Mart 1992 tarihli sayısında, Alev Alatlı ’dan kimi aynen, kimisi özet olarak alman şu görüşlerinden dolayı, yazar sorgulanmaktadır:
“Viva La Muarte”yani “Yaşasın Öiüm!” Soruyorsunuz, aydınların yerden yere vurulduğu bir kitabın adı için neden böyle bir başlık seçilmiş acaba? Cevabı yazardan alalım; “Çünkü bu ülke, “Ölü entelijensiyanın alkışlar arasında ölüme götürdüğü bir ülke” dir. TBMM kürsüsündeki kaçakçı milletvekili, sınıfta burnunu karıştıran öğretmen, Banu Alkan, lumpen bir film yönetmeni, kasap bir doktor… Gazeteciler, edebiyatçılar, sinemacılar, hepsi birden… Bunların başarısı, “Yaşasın Ölüm,” diye diye Türkiye’yi ölüme götürüyor. Dahası, bu ölüme sürükleniş toplum tarafından alkışa tutuluyor.
Alev Alatlı ’ya göre aydınlar Türkiye’de tıpkı burjuvazi gibi bir sınıf, bir katman oluşturuyor. Bu sınıf, Anadolu’nun yerlilerini Anadolu’ya yakıştıramıyor, her şeyine müdahale ediyor. Örneğin, Müslümansa Müslümanlığı bıraksın, lahmacunun yerine pizzayı sevsin, tek sesli türkülerini çok sesli söylemeye uğraşsın. Özetle, bu topraklara yakışmayan Türkler kendilerini öldürsünler. Neden? Çünkü Anadolu, aydınlardan sorulur. Beğenmediklerini cezalandırırlar. Bu yüzden gazetelerdeki köşelerin adı “Uysa da uymasa da” olur veya yazılarını “Çüş be” gibi başlıklarla yazarlar. Alev Alatlı, bu tavra Tarık Dursun K. örneğini ele alarak şu karşılığı veriyor; “Bak İzmir’i lahmacuncuların işgaline terk etmeyeceğiz, diyen Tarık Dursun bu hamurdandır. Siz kimsiniz, işgal edenler kimler? Kim kimin şehrini işgal ediyor da kim savunuyor? Pizzayı lahmacundan daha saygın kılan ne? Bunun cevabı yok”
Aynı imza gününde bulunan Ordinaryüs Profesör Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun şahsında ise, 27 Mayıs’ı savunup idamlara karşı çıkmayan “İnsan haklan savunucusu” hukuk profesörlerinin çelişkisi işleniyor: “Yassıada civarında ısrarla dönen bir çatana hayal ediyorum, diye fısıldadı, küpeştede ak saçları, kara cübbeleri rüzgârda dalgalanan, başta Velidedeoğlu,”Ölüm cezasına hayır! hayır! Bin defa hayır! haykırışlan ile yeri göğü inleten onurlu hukuk profesörleri!”
“Bu romanda, teknolojiden sanata, bilimden estetiğe, devletten adalete, aşka bütünüyle kendi dışında gelişen şablonlara esir düşen Türkiye insanının ölümcül yabancılaşmasını hikâye ettim” diyen Alev Alatlı, 11 Mart 1992 tarihli Milliyet’te, Ayça Atikoğlu ile konuşurken, Tanzimat’tan beri halktan uzaklaşıp, halkı da kendisiyle birlikte bozan “aydınlar” hakkındaki görüşünü, daha derli toplu, şöyle sunmaktadır:
“Türkiye korkunç bir yalan yaşıyor. Bu o kadar büyük bir yalan ve bu yalanı aydınından en basit köylüsüne kadar, o kadar çok insan paylaşıyor ki, gerçek, bir sapığın mide bulandıran tehdidi ya da mahalle delisinin sayıklamaları gibi algılanır oldu. Hiçbirimizin işine gelmiyor. Bu bağlamda, hayır, Türkiye’nin Büyük Yalan’ı prim topladıkça, kalıcı ve doğru olan marjinalleşmeye mahkûmdur. Bu şartlarda ancak sıradan ve popülist olan yüceltilecektir.”
– Tavrınızı halk arasında yaygın olan “entel” nefretinden ayıran ne?
– “Halk” dediğiniz “entel”den farklı değil. Ya da dilerseniz, “entel” halkın tâ kendisi. Bir mahalle muhtarı, ya da belediye başkanı ya da sıradan bir devlet memuru en az Türk enteli kadar yabancılaşmıştır. Enteller “miş” gibi yapıyorlar da örneğin köylüler yapmıyorlar mı? Türkiye’nin ölümcül patolojisi, içimize sinmiş iki yüzlülüğümüz değil mi? Ben, entellerle dayanışmak istiyorum. Çünkü, biliyorum ki, bir medeniyeti kuran ve yeşerten, o medeniyetin intellijensiyasıdır: Politikacıları değil, bürokrasisi değil.
– Bakın, bu ülkede “Büyük Yalan” 19. yüzyıl Jön Türk’ü kendisiyle “halk” dediği binleri arasına bir çizgi çizdiği, “halk”ı, “ıslah edilecek yerliler” şeklinde takdim edecek kadar ecnebileştiğinden beri katlanarak gürbüzleşti. Anadolu’nun altını üstüne tercih ettiğimizden beri gürbüzleşti. Atatürk Türkiye radyolarından Türk musikisini yasakladığından, İnönü, üstleri pırtık diye köylüleri Ankara Bulvarı’na sokmadığından, Menderes asıldığından, Gezmiş asıldığından Said-i Nursi’nin mezarı söküldüğünden, Yeniköy yalılarım topa tutmaya niyetli devrimcilerimizin Ataköy’e yerleşmelerinden, holding patronları olmalarından beri gürbüzleşti. Hangi otuz yıl, Ayça hanım? Biz ilericilik adına Nizam-ı Cedidin başına Yunan fesini giydirip, sonra da yine ilericilik adına fesi yasaklamış bir ülkenin torunlarıyız. Ve artık yolun sonuna yaklaşıyoruz. Evet: Sorumsuz medya ve “intellijensiya-MIŞ” gibi yapan ve aslında düzenin öz-uzman aydınları (Gramsa) olan en- teller cehenneme bir an önce kavuşmamızı hızlandıran eylemlerini büyük bir umursamazlık içinde sürdürüyorlar. Şunu da söyleyeyim: “Hayır” diyen bir intellijensiyanın karşısında ne politikacı, ne de bürokrat durabilir.”
Bu son anlatımından ve başka yerlerde yaptığı konuşmalarından da anlaşılıyor ki, Alev Alatlı ülkemizi bir türlü onaramayan, üstelik daha kötüye götürüp, iflah da etmeyen çoğu aydınlardan, açıkça davacıdır. Ancak, bu okumuşlara, çoğu da belgelere dayalı ve olaylar göstererek, yergiler yöneltmesi, yine de onlara bağlamak zorunda kaldığı ümitlerdir.
Alev Alatlı ’ya göre: Yabancı şablon’la yetişip, milletimizi kendisi olmaktan çıkarmaya kalkışan okumuşlarımız, yine de, bu ülkeyi düzeltmeye, ahlâkı, dürüstlüğü, mertliği, ilmi ve adaleti getirmeye gücü yetecek olan tek zümredir. Aşağıda, “roman”ın, yine “aydın” ilkelliklerini hedef alan bir bölümünü okuyacaksınız:
Bazen (Günay) tüyler ürpertici bir Türkiye tablosu çiziveriyordu.
“Bir milyondan fazla yüksek okul öğrencimiz var, eğittiğimiz yalan; yüzbinlerce camimiz var, Müslüman olduğumuz yalan; milyarlarca liralık matbaalarımız var, gazeteciliğimiz yalan; hükûmetimiz var, iktidar olduğu yalan; Türkçe konuşuruz, birbirimizi anladığımız yalan; metrelik cetvelimiz var, yüz santim olduğu yalan; kilogram kullanırız, bin gramı doğru tartabildiğimiz yalan; dünyanın en eski uluslarındanız, tarihimiz yalan; NATO’nun en büyüğü ordumuz var, ülkemizi savunabileceğimiz yalan; Cumhuriyetiz, demokrat olduğumuz yalan; konukseverliğimiz ünlüdür, birbirimizi sevdiğimiz yalan… daha sayayım mı?”
“Ritüeller ülkesi” olduğumuza katılıyordum. Hep… miş gibi, rencide olmuş gibi, bıçak kemiğe dayanmış gibi, isyan edermiş gibi, inanırmış gibi, hatta eğlenirmiş gibi yaptığımız doğruydu. Kim daha iyi… miş gibi yaparsa, o kazanıyordu.
“Ahlâk kaosu dediğin…?”
“Ahlâk kaosu, Büyük Yalan!.. Şimdi, tabiî, Türkçe’de kelimelerin içi boşaldığı için ahlâk’ı da yeniden tanımlamak lâzım. Örneğin, sana, “Ayşe ahlâksız bir kadındır,” desem ilk akla gelen Ayşe’nin kocasını aldattığı olur. Oysa, ben, “Ayşe, ahlâksızdır, çünkü muhasebeciliğin m’sinden anlamadığı halde, muhasebeci geçinir demek istiyor olabilirim, batta, belki de onu diyorumdur. Aynı şekilde falan profesör ahlâksızdır dediğim zaman, illa da, o adam yolsuzluk yapıyor demiyorum. Son on yıldır bir tek kitap okumadığı halde, bâlâ ameliyat yapma cüretini kendisinde buluyor, tembelliğinin masada bıraktığı canlara kayıtsız kalabiliyor, diyorum.
“Bu yetersiz insanlar zamanla öyle bir şebeke, bir mafya oluştururlar ki, iktisattaki kötü paranın iyi parayı kaçırması ilkesi gibi, sahici profesörlere, hatta sahici profesör olma yolundakilere geçit vermezler. Türkiye’de istinasız her alanda yaşanan facia budur. Zabıta, rüşvet almayanı barındırmaz; politika, yalan söylemeyeni; piyasa sözüne sadık tüccarı. Bu kıyım böyle gider. ”
Batıkların, negative selection, makûs seçim (makûs talih gibi, ters giden, uğursuz seçim) dedikleri oluşumu besleyen de budur. Darwin’in teorisi tam tersine işler. Yani, ayakta kalan, ayakta kalmaya en lâyık olan değil, tam tersine, en zayıf, en yetersiz olandır. Tabiî, fizikî yetersizlikten bahsetmiyorum.”
“Anladım.”
“Güçsüzün, yetersizi yerinde kalabilmesi için, çevresinde kendisinden de yetersiz olanları toplaması gerekir. Onu yapar. İzleyen, katlanarak hızlanan çöküştür.”
Rodoplu, Türkiye’de, ahlaklı insanların “yaşam sahanlığı”nın tehdit altında olduğunu söylüyordu. Namussuzlar, namusluları, ayaklarına dolaşmayacakları bir yerlere sürmüşlerdi. Ne ki, evlere kapanmak da çözüm değildi. Ağır, yağlı, kokulu, koyu renkli bir sıvıydı. “Büyük Yalan, “yükseldikçe yükseliyor, kapıların altından girmekle tehdit ediyordu. Nitekim, kütüphanelere de bulaşmıştı. İmza gününde örneklerini gördüğü yazarları hatırlatıyordu.
Günay’ın yargılarını zaman zaman çok katı bulduğumu söylemiştim. Türk aydınladım bir kalemde silip atmasının doğru olmadığını düşünüyordum. Millet cebini doldururken, hayalî ihracatçılar ortaklıkta cirit atarken, onları bırakıp aydınlara yüklenmek haksızlık geliyor, adamakıllı canımı sıkıyordu. Bunu söyledim ona.
Önce, “Seni gidi statükocu!” diye takıldı, sonra ciddileşti.
“Bunun epeydir farkındayım. Ne zaman aydınlara ilişkin bir şey söylesem bakışlarını kaçırıyorsun… Aramızdaki en önemli anlaşmazlık bu her hâlde. Ancak, sol arka plânnın seni aydın’, ‘ilerici’ya da en azından ‘demokrat’ bellediklerinin yanlışlarını hoş görmeye şartlandığını düşünüyorum. Bir diğer nedeni de, burjuva arka plânından dolayı, mülkiyeti, yani paranın kimin elinde olduğunu ve dolayısıyla kimin elinde olmadığını çok fazla önemsiyorsun.”
“Ne alâkası var!” Kızmıştım.
“Var, korkarım. Ben aydınlan eleştirirken sen bana “Ama, bak, hayalî ihracatçılar daha kötü, ” diyorsun. “Yüzünü yıkamamışsın, ” diyorum ”, “Ama, Ayşe de yıkamadı, ” gibi bir şey bu. Anlıyor musun?”
“Dinliyorum.”
“Sen, benim “iç-çevre” dediğim bu insanların, bağımsız ve özerk bir grup olduklarını varsayıyorsun. Ben ise bu konuda Gramsci’ye hak veriyorum, “aydınsallık”ın, bir meslek kategorisi” olduğunu savunuyorum.
Bak, her toplumsal sınıf, kendi gelişmesine en elverişli koşullan yaratmakla görevlendirdiği kendi “öz-uzman aydmları”nı yaratır. Ben diyorum ki, senin “bağımsız ve özerk” bellediğin bu iç-çevre, İttihat Terakki’den bu yana, egemen sınıfların toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel alanda yarattıkları aydın katmanlarından birisidir! Kapitalistin kendisiyle birlikte sanayi teknisyenini, ekonomi- politik profesörünü, efendim, hukukçusunu yarattığı gibi, İttihat Terakki ile hızlanan Türkleri uygarlaştırma misyonu da, kendi organik aydınlarını yarattı! Bugünün iç çevresi, deyiş yerindeyse, İttihat Terakki cuntasının aydın kategorisidir! Aydın tipini, tabiî edebiyatçı, filozof, sanatçı simgeler. Gazeteciler, kendilerini edebiyatçı, filozof, sanatçı olarak gördükleri için “aydın” olduklarını düşünürler. Şimdi, biraz araştırırsan BabIâli’nin ileri gelenlerinin hep bir ucundan İttihat Terakki’ye bulaşmış ailelerden geldiklerini görürsün.
Benim işaret etmeye çalıştığım, Türkleri uygarlaştırma misyonu’nun bu ülkede dayattığı “otoriteci ahlâk “sisteminin Büyük Yalanı doğurmada en büyük etken olmuş olması. Türkiye’nin kurtuluşunun ancak halkın Büyük Yalan’ı yüzümüze vurmasıyla -yani, açık toplumlas- mümkün olabileceğine inanıyorum. Düzenin organik aydınlarının “yeni”ye görevleri gereği geçit vermeyeceklerini’ düşünüyorum. Hâl böyle olunca hayalî ihracatçılar -senin deyişinle- zurnanın son deliği!”
Rahatsız olmuştum ama yine de itiraz ettim.
“Ama, meseleyi kişiselleştiriyorsun. Herkesin önünde eleştiriyorsun. İsim veriyorsun.”
Şaşırmış gibi duraksadı.
. “Ama başka çaresi yok ki! Yazıyı yazarından nasıl soyutlarsın? Kavramı irdeleyeceksen, kelimeyi unvan olarak benimseyenlerin ortak unsurlarından yola çıkmayacak mısın? “Paşa” kelimesinin çağnşımlarmı, Evren, Sunay gibi isimlerden soyutlayabilir misin?”
“ O zaman da, “Haydi, bre!” diyorum,” dedi, “Dostoyevski’nin, Dimitri Fyodoroviç’i gibi “Var olsun evrendeki her yüce şey. Var olsun içimdeki her yüce şey!.. ”
“Günay Rodoplu, itiraf et,” dedim, parmağım yüzüne doğru sallıyarak,
“Sen bir seçkincisin!”
Gözlerini kocaman kocaman açtı,
“Evet,” diye fısıldadı, “evet! Ben rasyonel otoriteden yanayım!”
Sana bir sır vereyim mi? Amerika’yı ziyaret eden Oscar Wilde’in “Deklare edecek bir şeyimiz var mı?” diye soran gümrükçüye, “Evet, var. Deha’m,” demiş olmasından oldum olası gurura benzer bir şey duyarım!”
(Viva La Muerte, s. 47-50)
“Homo Ekonomikus”
Alev Alatlı, Ortadoğu Teknik Üniversitesinde ekonomi okudu. Aynı konuda ABD’de doktora yapan yazar, ABD ve Türkiye’de öğretim üyeliği de yaptı.
Bu ölçüleri ile Alev Alatlı, “kalkınma iktisadı” uzmanı olarak, bu konulardaki bilgi ve görüşlerini, Viva La Muerte’de yer yer ileri sürmekte ve tartışmaktadır. Nitekim kitabın, 240-260. sayfalarında, tartışmalı bir konferans veren Günay Rodoplu’nun, bu bahislere (kitap gibi) daldığını görüyoruz. Anlatılan ve tartışılan konu: “Homo Ekonomikus”tur. Bu eski bahis iktisat ve felsefe kitaplarında zaten çok tartışılmış ve genellikle (Batılı Doğulu, modem, eski) hiçbir insanın sırf ekonomik bir obje, sadece ekonomi kanunlarına göre işler bir robot olmayacağı sonucuna varılmıştır.
Aşağıya alacağımız bölümde ise Alev Alatlı, Batılı (kapitalist, sosyalist) insan tipinin yine az çok “Ekonomik Kişi” modeline yanaşmış olsa da, Türk insanının, özellikle “homo ekonomikus’’luktan ne ölçüde uzak olduğunu ve bunun bazı sebeplerini dile getirmiştir.
“Ekonomi bilimi, bir yöntem bilimidir,” diye sürdürdü.” Bir yöntem bilimi olduğu için tek ve mutlak çözümler araştırılmış, çok iyi bildiğiniz gibi en serbest piyasa ekonomisinden en katı merkezî plânlamaya, katıksız kapitalizmden katıksız komünizme kadar pek çok yöntem önerilmiştir. Ancak, temel aksiyom aynıdır. Bu aksiyon, ekonomi biliminin kurucusu Adam Smith’in 1776’da dile getirdiği aksiyomdur. Bu aksiyom, homo economicus’un her halükârda öz çıkarını koruyacağını söyler.
Homo economicus, ömrünü, işçi ise, en yüksek ücreti almaya, iş adamı ise, en kârlı ürünü üretmeye, yapabileceği en yüksek kân yapmaya adayacaktır.
Bu durumda, geçenlerde renk aşkı uğruna 120 milyon liralık transfer ücretini reddedip, 60 milyona kendi takımında kalan Beşiktaşlı Ali’nin tutumu sistem dişi bir davranıştır. ”
Onu seviyordum! O pırıl pırıl kafasını seviyordum!
Son cümleyi kalabalığın tepkisini ölçmek için söylemişti tabiî, ama umduğu hareket gelmedi. Galiba, tek gülen ben oldum.
“Buraya kadar tekrarlamamı istediğiniz bir şey var mı?” diye yüreklendirdi. Bekledi. Arkalardan titrek bir el kalktı. Konuşan heyecandan yanakları kıpkırmızı, örtülü bir kızdı.
“İnsanoğlunun böyle tanımlanması doğru değildir!” dedi. “Kur’anı kerim açısından insan Allah tarafından seçilmiş bir varlıktır. Yeryüzünde Onun halifesi ve temsilcisidir. İnsan, yaratılıştan asil ve haysiyet sahibidir. Ben bunu söylemek istiyorum.”
Günay’ın umduğu tepkinin bu olduğunu anladım. O genç kıza sımsıcak bir tebessüm gönderdi, başka konuşmak isteyen var mı, diye bakındı, yoktu.
“Ben de bunu anlatmak istiyorum. ” dedi. ” Günümüzde geçerli ekonomi biliminin temel aksiyomu olan “homo economicus” insanoğlunu tarif etmiyorsa, ekonomi bilimi denilen öğretinin işlevi yok, ya da, en azından evrensel bir geçerliliği yok demektir. Bu bakımdan, örneğin, bir “Millî Ekonomi Bilimi” düşüncesi ilk bakışta düşünüldüğü kadar saçma olmayabilir. ”
Şimdi, bu bulguların önemi, “homo economicus” tanımının insanoğlunun evrensel bir niteliği değil, bir yakıştırma, öğrenilmiş bir şey olduğunu göstermelerindedir. Nitekim, ekonomik koşulların en vahşileştiği günümüzde dahi ben, Türkiye insanının açgözlü, çıkarcı “homo economicus” tanımını yadsıdığını düşünüyorum. İnsan hem yiğitliği yüceltir, hem de homo economicus olmaya kalkarsa, şizofren olmaz mı? Eeee? Zaten öyle değil miyiz?”
Solda oturan büyükçe bir grup delikanlının yüzlerinde beliren alaycı tebessümlere karşın, koca bir alkış koptu.
“Az önce Beşiktaşlı futbolcu Ali’den bahsettim,” diye hatırlattı. Günay, “ama eminim hepiniz binlerce benzeri örnek bulacaksınız. “Aç otururuz, evimizde otururuz, diyen kadınlardan tutun da belli miktar birikim yaptıktan sonra evlerine çekilen işadamlarına kadar, Türkiye insaninin belirleyici çoğunluğu dür durak bilmeyen açgözlü tüketici insan tanımından çok uzaktır.” Durdu, söylediklerinin hazmedilmesi için zaman tanıdı.
“Bence, bunca teşvike, çok ciddî teşvike, vergi indirimlerine ve saireye rağmen, Türkiye girişimcilerinin Güney Doğu Anadolu’ya yatırım yapmamalarının da altında bu yatar.”
“Güneydoğu Anadolu” sihirli bir kelimeydi, dinleyicilerin dikleştiklerini gördüm.
“Şöyle bir düşünün, ’’dedi, Günay, “Neden bir Avrupalı, bir parça toprak için hiç bilmediği bir kıtaya göçmeyi, küçücük teknelerde okyanusları aşmayı, çöllerde boğuşmayı, kurda kuşa yem olmayı göze almıştır da, bizim tarihimizde böyle bir hareket yoktur? Daha öncesine gidelim, neden bizde Haçlı Seferleri benzeri ve özde Doğunun zenginliklerini ele geçirmeyi hedefleyen bir halk hareketi yoktur?” Halk hareketi tamlamasının özellikle vurgulandığına dikkat ettim. Haçlı ordularının gönüllülerden oluştuğunu vurgulamak istiyordu.
“İspanya Azteklerin altınını Madrit’e akıtır, İngiltere Hindistan’ı Britanya adalarına boşaltırken, neden Osmanlı’nın en görkemli sarayları bir Louvre’un onda bin kadar zengin değildir?”
Sol taraftaki gruptan bir el kalktı. Blucinli bir genç adam, söz verilmeyi beklemeden lâf attı
“Osmanlı İmparatorluğu en büyük emperyalisttir! Eline geçirdiği topraklan sömürmüştür!” Delikanlının ideolojisini giyimine yansıtmasındaki başarısı görülecek bir şeydi.
“Hayır, en büyük emperyalist değildir,” dedi, Günay, sükûnetle.
“Osmanlı da, tıpkı belirli bir miktar para kazandıktan sonra kendisini emekli etmeye niyetli Türk işadamı gibidir. Hırsı sınırlıdır. Parayı mezara götürmeyeceğinin, kefenin cebi olmadığının farkında gibidir. Hiç düşündünüz mü, neden Türkiye’de en eski ticari kuruluşun tarihi yüz yılı geçmez? Geçenlerin sayısı da üçten fazla değildir? “Neden oğullar hemen her zaman müesseseyi batırırlar?” Cevap bekler gibi bakındı, gelmeyince, kendisi yanıtladı.
“Batırırlar, çünkü başarılı bir firmanın kazancı onlara yeter. Hırslarını törpüler. Osmanlı da böyledir. Akın yapar, yeterli olduğunu düşündüğü kadarını alır ve geri döner. Uzun vadeli plân yapmaz. Hesaplı değildir. Bu bağlamda antropolog Sahlins’in anlattığı çıplak vahşî gibidir. O vahşî gibi, sürekli avlanmak yerine, ara ara ava çıkar, dinlenmek için vakit bulur.
Bakın, Türkiye’de, ne tüketici, ne de üretici “Homo economicus”tur. Tüketici homo economicus olsaydı, aynı elma dokuz yerde dokuz ayrı fiyata satılamazdı, çünkü tüketici kendi çıkarım kollarken fiyat denetimini getirirdi. Üreticimiz homo economicus olsaydı, örneğin, bir inşaat sektöründe malzeme ziyanı yüzde otuzu, kırkı bulmazdı. Öte yandan, işsizliğin kol gezdiği bir ülkede, eğer bir inşaat amelesi, ya da tamirci kalfası, iş adabı denilen şeye uymuyorsa yani iki gün çalışıp, üçüncü gün ortadan kayboluyor, beşinci gün tekrar işe geliyorsa, Tınaz Ti- tiz’in ücretsiz beceri kursları sinek avlıyorsa, bu insanların tembel olduklarını falan değil, bir tür refah toplumunda, yaşadıklarını gösterir. Refah toplumunda, yani, üyelerinin tümüne yakın bir bölümünü elde ettiklerini düşündükleri bir toplumda yaşadıklarını, paraya “müdahene” (dalkavukluk) etmediklerini gösterir. Müthiş rahatsız olmuştu dinleyicileri. Yerlerinde duramaz gibiydiler,
“Hiç homurdanmayın!” dedi, Günay, büyük bir sükûnetle,
“Hanımlar, beyler, eğer biz homo economicus olmayı becerebilsek, hiçbir hükümet, hiçbir rejim, iç ya da dış baskı bizi kişi başına geliri on bin dolarlık ülke olmaktan alakoyamaz. Zamanında göç edip, dünyanın en gözde toprak parçasına kurulmuşuz. Bir elimiz dağda, bir elimiz denizde, yediğimiz önümüzde yemediğimiz ardımızda. Bir müşkülümüz varsa, o da kendimiziz. Homo economicus olmayı hecelemememiz. Öyle bir medeniyetin insanlarıyız M, en homo economicus olanımız bile homo economicus olmaktan utanıyor. Örnek mi, istiyorsunuz, meselâ, Sakıp Sabancı. Eşi, geçenlerde televizyonda, kadınlar programında mantı pişiriyordu. Adamı, zengin olduğu için af dilemeye zorlayan bir toplumuz biz, o da diliyor zaten. Kayseri lehçesini bozmamaya gayret ediyor, şaklabanlık yapıyor. Bizden bin olduğunu anlatmak için çırpmıyor. Sizi temin ederim, batıda onun çapında bir zengin, özel polisin koruduğu yüzlerce dönümlük bahçeli malikânelerde yaşar. Yüzlerini dahi görmezsiniz. Beşiktaşlı Ali örneğim verdim. Ben, kendim, şu konferansı vermek için kendi paramla İstanbul’dan geliyorum. Aklıma bir an için bana ne demek gelmiyor. Batı’da bir örneği yoktur. Sîzler, hangi arkadaşınız sigara istedi de vermediniz, gömleğinizi, ceketinizi, harçlığınızı paylaşmadınız?”
(Viva La Muerte, s. 242-248) Alev Alatlı ’nın, diğer bazı düşüncelerine gelince, özet olarak, şunları söyleyebiliriz:
Alev Alatlı, soruyor meselâ: “Düşünsene, neden bu memlekette en hızlı yaydan ve kabul gören özgürlük, “Cinsel Özgürlük?” Neden düşünce özgürlüğü değil, inanç özgürlüğü değil de cinsel öbürlük? Neden bir homoseksüelin ekrana çıkma hakkı, bir sıkmabaşın (baş örtülünün) ekrana çıkma hakkından önce geliyor?” (s. 39) Alev Alatlı, roman boyunca “nekroülya” (ölü severlik) ve “biyofiîya” (yaşamseverlik) dediği iki kavram üzerinde ısrarla duruyor. Öldürmekten, yok etmekten hoşlanmak diyebileceğimiz birinci kavram, daha çok Batı’ya ve onun “Jüdeo-Grek” köklerine yakıştırılıyor. Bu fikir, romanına Viva La Muerte adını vermiş olmasının da sebebi olsa gerektir. Yaşatmak, iyilikseverlik diyebileceğimiz ikinci kavram ise, İslâmiyete ve Çin, Hind dünya görüşlerini kaplayan Asya’ya bağlanmaktadır.
Alev Alatlı
Yukarıda görüldüğü üzre, taklide kaçmış “aydın” a, “münevver’likten “entel”liğe düşen okumuşlarımıza sık sık da Cemil Meriç sözlüğüyle fırça çeken Alev Alatlı, “süper star” rolü kesen Türk şarkıcılarını da unutmuyor:
“Amerikalı olmak, dünyanın neresine gidersen git, kendi türkünü duyman demektir… Bir bakarsın çekik gözlü Japon, ya da bir palabıyık Türk, bir koca ağızlı Afrikalı, elinde gitar, senin türkünü söylerken de gözü şendedir. Beğenecek misin diye…”
İlgi çekici pek çok görüşlerini kaydettiğimiz Alev Alatlı, toplumumuzu sarsmak isteyen kaygı ve düşüncelerini, roman kılığında önümüze sermiştir.
KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL
Yorumlar kapalı.