Tarık Buğra Roman ve Hikaye Örnekleri

kihaes 04/01/2014 0

Tarık Buğra Roman ve Hikaye Örnekleri: Tarık Buğra hikâye, roman ve oyun türlerinde eserler vermiştir. Hikâyelerini, Oğlumuz (1949), Yarın Diye Bir şey Yoktur (1952), İki Uyku Ara­sında (1954), Hikâyeler (1964), adlı kitaplarında toplamıştır.

Romanlarından kitap halinde çıkmış olanlar;

Siyah Kehribar (1955),

Küçük Ağa (1963),

Küçük Ağa Ankara’da (1966),

İbiş’in Rüyası (1970),

Firavun İmânı (1976),

Dönemeçte (1978),

Gençliğim Eyvah (1979),

Yağmur Beklerken (1981),

Yal­nızlar (1981),

Osmancık (1983),

Dünyanın En Pis Sokağı (1989)’dır.

Ayrıca Gagaringrad (1962)’da topladığı Rusya yazıları vardır.

Fıkralarının bir kısmını Gençlik Türküsü (1964), Düşman Kazanmak Sanatı (1979), Bir  Çağın Adı (1990), Politika Dışı (1992), isimleriyle bastırmıştır.

Tiyatro oyunları:

Ayakta Durmak İstiyorum (1966),

Üç Oyun (1981). (Bu baskı Ayakta Durmak İstiyorum’la birlikte Dört Yum­ruk, Yüzlerce Çiçek Birden Açtı oyunlarını da içine almaktadır.)

Başarı ile piyes haline getirdiği İbiş’in Rüyası (1970), romanı da, 1972’de Devlet Tiyatrolarınca oynanmış, ilgi toplamıştır.

Hikâyeleri ve Romanları

Tarık Buğra, yazı hayatına heves verimi bir romanla başlamış, yirmi iki yaşın­dayken yazdığı Yalnızların Romanı’nı 1940’ta tefrika etmiştir. Sonraki edebî çalış­malarım, ilk yıllarda daha çok hikâye üzerinde toplamış ve sanatçı ününü bunlar­la yapmıştır. 1948 -1955 yıllarını dolduran verimli ve güçlü hikâyecilik dönemin­den sona Siyah Kehribarla ilk önemli romanını vermiş, 1959’da başlayan çalış­maları ile Küçük Ağa adlı üç ciltlik büyük roman dizisini ortaya koymuştur. (3. cilt Firavun İmam kitabıdır.) Ancak bu arada hikâyeler yazmaya devam etmiştir. Bu özetlemeden anlaşılacağı gibi Tarık Buğra, hikâye ve roman çalışmalarını uzun süre birlikte sürdürmüş, fakat 1960’lardan sonra ağırlığını roman yazıcılığı­na vermiştir.

Tarık Buğra’nın hikâyeleri kuruluş, tema, dünya görüşü ve her şeyden önce hi­kâye olmak direnişleriyle, hikâyeciliğimizde ayrı bir aşamadır.

Çoğu hikâyelerinde olayı fazla umursamayışı, yaşamanın herhangi bir nokta­sından tutarak anlatmaya başlaması ve şiirli üslûbu ile klâsik yapılı hikâyelerden ayrılarak, Sait Faik’le açılan “enstantane” hikâye çığırına bağlanır. “İM Uyku Ara­sında” kitabına aldığı Beşinci gibi hikâyelerinde iyice Sait Faik havasındadır.

Her çevre insanının günlük yaşayışlarını ve bir olay içinde aldıkları tavırları yorumlamadan ve ön-yargısız bakışın rahatlığıyla anlattığı hikâyelerinde ise Mahmut Şevket Esendal’ı hatırlatır. Fakat kişilerini derinleştiren, ustaca çözüm­leyen ve dış ayrıntılardan çok iç-gözlem’e yönelmiş olan tutumuyla Tarık Buğra, ayrı bir hikâye tana bulabilmişti. Bu hikâyelerde asıl göze çarpan ise biraz öfke­li, bağırgan hitaplar ve azarlamayı andıran sıfatlarla dolu anlatımdır.

Tarık Buğra’nın sanat anlayışı, Sosyal Gerçekçi denilen hikâye ve roman yazı­cılarının tutumlarıyla zıt olduğu için, 1970’li yıllara kadar, “Sosyalist toplumcu” denilen meslektaşlarını: “Alın teri ve sefalet komisyoncuları”, “Foto şipşakçılar ve röportajcılar” sıfatlarıyla yermiştir. Bu sıfatlan haklı göstermek için:

“Sanat alelade gerçeklerin gözlenip kaydedilmesinden ibarettir. Sanatta gü­zellik değil fayda esastır. Sanatçı ferdi değil, toplumu anlatmalıdır. Kişi bayağı ih­tiyaçlarının eseridir.” gibi görüşlerin Emil Zola’dan ve Hüseyin Rahmi’den beri tekrarlana tekrarlana bıkkınlık verdiğini ileri sürmüştür. Ona göre, Orhan Ke­mal, Samim Kocagöz gibi yazarların tezleri, sanat eserlerinden daha çok gazete makalelerine, ihtilâl bildirilerine yakışır. Sanatın amacı insanı yükseltmek oldu­ğu halde, bazılarının onu bütün değerlerinden soyarak, aşktan, ahlâktan, Tanrı’dan uzaklaştırarak alçalttıklarını ileri sürer. Tarık Buğra, amaç edindiği ve ki­mileri tarafından bozulduğuna inandığı büyülü sanat dünyasını “Bitmemiş Sen­foni” adlı hikâyesinde, “Sanat, kâinatı ve insanları, bir mizaca göre yeniden yarat­maktır” biçiminde şöylece özetlemeye çalışır

“O, insanları, şehri, uğultulardan bir senfoni dinler gibi dinliyor ve bu senfo­niyi yeni baştan daha güzel, daha kutlu bir tempoda yaratmak için dinliyordu. Bu senfoni yeni baştan yazılmalıydı: Sanat ve düşünce devlerinin çok eskiden, el bir­liğiyle yarattıkları bu senfoniye bayağı sesler, çirkin sesler, iğrenç sesler karış­mış; tezgâhtarlar, tek renkliler, putlar, yani zekâ ve dehâlarına tapanlar – vahşi ve hayvanca bir uzlaşmaya sığınarak – demagoji ile safsata, riya, hile ve kalleşlikle seslerini ön plâna geçirmiş, büyüyü bozmuş bulunuyorlardı.”

Bu, Marksist – sosyalistlerin yanaşmadıkları, kınadıkları, hatta sanat ve gerçek dışı saydıkları bir görüştür. Çağ dışı saydıkları, şiir ve felsefeye yatkın bu görü­şün asıl adı: “Sanat için sanat” tır. Nitekim Tarık Buğra da, onlara karşı; fayda, halk, cemiyet gibi sanata sığmayacak “safsata” ve istismarlara yer verilmemesi gerektiğini söylemektedir. Topluma, kişiye ve çevreye bir “röportajcı” gibi değil de, düşünen, duyan, “tek renkli” olmayan bir sanatçı gibi bakılmasını arzu eden Tarık Buğra, elbette “Toplumdan kopmak” gibi bir şeyi önermemektedir. Onun aradığı gerçek, gazete makalesi katılığı ve Sokak Gerçeği’nin yansıtılması olma­yıp, sanat gerçeğinin kendisidir. Nitekim şu sözler onundur:

“Köprü altları, kahvehaneler, hastahane önleri, barlar, başıboş çiftleşmeler..” Bütün bunlar mühim şeylerdir, kim inkâr edebilir? Fakat hiçbir konu sadece ko­nu oluşuyla sanatta kendini kurtaramaz… Bu fotoğrafçı realitesiyle olacak şey de­ğildir… Halk için, halkın menfaati için diyenler, sanatı bir politika ajanı yapmak isteyenlerdir. Birazcık düşünseler, istediklerinin halkı, daha doğrusu insanlığı, tek kurtuluş ümidinden, yani sanattan mahrum bırakmak olduğunu anlayacak­lardır… Siz, “siz sanat cemiyet içindir” diyenlere aldırış etmeyiniz. Onların en ka­badayıları bile sanat sanat içindir, diyenler kadar cemiyete mal olmamışlardır. ”

Tarık Buğra da hikâyelerinde çevre, kişi, olay tasvirleri yapmaz değildir. Fakat hikâyeyi sırf gözlemcilik üstüne oturtmaz. 1955’ten sonra Batı etkisinde moda bir akım olârak gelen, şaşırmış, edalı, soyut ve çözümcü hikâyelere kapı aralarcasına (ama kopuk değil bağıntılı olarak) çevre, kişi ve olayların katı gerçeğinden faz­la, izlenimlerini vermeğe çalışır. Açık fikir söylemekten ve ahlâkçı olmaktan az çok sakınırsa da aşk, aile, Allah, insana saygı, evlât sevgisi gibi değerlere bağlı ol­duğu gerçeğini pek de gizleyemez. bazen Beşinci adlı hikâyesinde olduğu gibi, o vasıfları taşımayan, açıkgöz, hor görücü kişilerin karşısına şövalye ruhlu, ama al­çak gönüllü, Anadolu kültürünün pişirmiş olduğu insanlar çıkarır. Bu tercihi, pek az hikâyesinde yaptığını da söylemeliyiz.

Tarık Buğra, toplumdaki çatışmaları, zıtlıkları, haksızlıkları sosyolojik açıdan ele almaz. Bunu psikolojik alanda yapmak ister. Bu sebeple, dostlar, sevgililer, düşünceler, hayat manzaraları, iklimler ve olaylar karşısında, bazen alaycı, bazen acıklı, tedirginlikleri, sıkıntı ve bunalımları yansıtır. Bu hikâyelerindeki kişiler, toplum karşısında yalnız ve çaresizdirler. Onların gerçek kişilikleri ve içlerinden geçenlerle davranış ve sözleri arasında başkalıklar, çelişmeler bile vardır. Bun­dan ötürü işkence, azap içindedirler. Dostluğa, aşka, iyiliğe, yüceliğe susamışlar­dır, ama bozulmuş kalabalık içinde bunları bulmaları zordur.

Buğra, “çirkinleştirilmiş” dediği bu gerçek yaşamadan koparak hayata “altın­cı kattan” bakmakta ve tasarladığı bir kâinatı yazıp çizmektedir.

Tarık Buğra’ya biraz da kendi mizacından çıkardığı aydın bunalımları ile Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde ve Sait Faik ‘in Alemdağında Var Bir Yı­lan’da. yaptığı gibi, “soyutçu ve bunalımcı” hikâyeler grubuna yol açtığı da söyle­nebilir. Ancak 1955-1960 döneminin o sanatkârları, hikâyeciler, (Buğra’ya göre) yerli bunalımlardan, yerli yaşamlardan çok, Sartre, Camus, Kafka, Alain Robbe- Grillet, N. Sarraute gibi çağdaş yabancıların ithal malı bunalımlarını yazıp çiz­mişlerdir.

Tarık Buğra hikâyelerinin hemen hepsine kendi bakışı, kendi duyguları, seya­hatleri veya günlük hayatından girmektedir, bazen vak’anın bütün yoğunluğunu üstünde toplamakta, bazen da hiç olmazsa seyirci olarak bulunmaktadır. Bu tu­tum, olayı ve kişileri tabiî olarak yazarın seviyesine, entellektüel alana çekmekte­dir. Bu ise “fotoğraf realizmine” aykırı düşmektedir, bazen kişiler, yazıcının ken­disi gibi hissetmeye ve düşünmeye olduğu kadar, onun gibi konuşmaya da âdeta zorlanmaktadırlar.

Nitekim Tarık Buğra, Orhan Kemal’le yaptığı tartışmalarında “alelade gerçek­lerin ” yansıtılmasına olduğu kadar kişileri konuştururken başvurulan “şive taklitçiliği”ne de karşı olduğunu (sonraları Küçük Ağa romanında bazı kişileri ken­di ağızlarıyle konuşturmasına rağmen) ifade etmiştir. Bunu:

“Naşit ve Kel Haşan seviyesinde Rumeli ağzı, Arnavut ağzı, Adana veya Kara­deniz ağzı… tulûatçılık” saymıştır. Çünkü Tarık Buğra da Peyami Safa gibi, şive taklitlerini gelip geçici dil görüntüleri saymaktadır. Ona göre sanat eserinin ya­şaması en üstün kültür Türkçesiyle yazılmasına bağlıdır: “Hikâye de, roman da, tiyatro da dille yaşar. Dil’in mükemmel, yani değişmez haline yaklaştıkça yaşar.”

Tarık Buğra’nın hikâye ve romanlarında, istediği titiz, yoğun, şiirli, sıcak üslû­ba ulaştığı söylenebilir. Hikâyelerinde kültür Türkçesini kullanmıştır. Küçük Ağa romanında ise, çevreye ait bazı kelime ve deyimlere de yer vermektedir.

Buğra’nın Hikâye ve Romanlarında Ortak Özellikler

Tarık Buğra, hikâye yazmayı 1955’lerden itibaren iyice seyrekleştirmiştir. 1955’te yayımladığı Siyah Kehribar romanı 1979’da çıkan Gençliğim Eyvah roma­nının bir taslağı ve provası gibidir. İlk önce, destanî nitelikleri belirgin üç roman­la (Küçük Ağa, Küçük Ağa Ankara’da, Firavun İmanı) dikkatleri üzerinde topla­yan Buğra, daha sonra türlü sosyal konularda yazdığı yedi roman ile bu türdeki ustalığını kabul ettirmiştir.

Bu romanlardan sonra, (yine ara sıra hikâyeler yazmışsa da) Buğra’nın hikâ­yeciliği, uzaklarda kalmıştır. Bu eserler, romanlarına bir hazırlık gibi görünmüş­tür. Zaten hikâyelerinin bir kısmı, sonraki romanlarına malzeme olmuştur. Kimi romanları ise, bazı hikâyelerinin genişletilmiş halleridir. Necmettin Türinay’ın “Geleneğin Dünyası, Yeniliğin Ufukları” adlı kitabında Tarık Buğra’nın “Şehir Kulübünde” (Hikâyeler, s. 134-148) adlı hikâyesinin, yazar tarafından geliştirile­rek, Dönemeçte adlı romanı oluşturduğu etraflıca anlatılmaktadır (s. 178-179).

Zamanla hikâyeden romana geçmiş olduğu (diğer bazıları gibi) kesin olmakla birlikte, Tarık Buğra’nın bütün eserlerinde (Hikâye, roman, piyes) birlikte incele­memiz gereken hususlar da çoktur. Umumî bir bakışla, Tarık Buğra’daki mizaç, şahsiyet, düşünce, duygu ve tepki özelliklerinin, hikâye, roman veya 03nın kalıp­larına dökülüşünü gösteren noktalar şöyle özetlenebilir

Tarık Buğra, ilk hikâyelerinden beri eserlerinde, rahatsız edici bir meçhul (bi­linmez) ve zorlu bir pençe ile çarpışır gibidir. O gizli kuvveti, bazen dindarca bir “tevekkül” ile kader gibi ele almaktadır. Kadere sığınarak rahatladığı olmaktadır.

Bazen de onu uğursuz, dolap döndürücü, “kalleş” şeytanî bir kuvvet olarak karşı­sına alarak, ona isyan etmektedir. Onun “giz”lerini soymaya, foyasını açığa vurma­ya çalışmaktadır. Türkiye’deki bütün bozulmaların, çürümelerin, yalan ve yolsuz­lukların temelinde yatan asıl kötü’yü, âdeta kötülük tohumunu araştırmaktadır.

Her eserinde, bu kötü sırrın kaynağını arayan Buğra, “Bitmemiş Senfoni”den tutarak, “Şarap Şişeleri”, “Kitaplar” gibi bazı hikâyelerinde muammayı çözmeye çalışmıştır.

Fakat, Siyah Kehribar ve Gençliğim Eyvah romanlarında, bütünüyle bu şeyta­nî zorba gücü kurcalayarak, sanki somutlaştırmış ve kesin bir millî belâ halinde sunmuştur.

Şunu da belirtelim ki, hikâyelerinde aldığı “bozulmalar, soysuzlaşmalar” daha çok kahramanlarının şahsî ve tekil yıkılmalarının sebepleridir. Romanlarında ise, bu bozuluş ve yıkımların kök sebeplerini, yakın tarih ölçüsünde, ülke, devlet ve toplum çapında ele almaktadır.

Tahir Alangu (Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, c. III, s. 808) Siyah Keh­ribarın bu özelliğini şöyle anlatmaktadır:

“Bu roman, aslında Türkiye’de olup biten işleri, aydınlan ezen, yalnızlığa ite­leyen baskı havasını, bir romanda (İtalyan isimli kişilerin başından) geçmiş gibi anlatan perdeli bir eserdir… İnsanları adım adım izleyen bir “kader düşüncesi”, II. Dünya Savaşı yazar ve romancılarının, faşizmin (bizde tek parti) baskısını ve ölümü enselerinde duyan yazarların havasını taşıyor… Bir bel kemiği motifi ha­linde esen ölüm havası, her şeyi sürüp götürüyor… Hiç aksama vermeden yürü­yen bir esrarlı hava, bu romanda ustaca sürdürülüyor.”

“Gençliğim Eyvah” romanında bu belâlı sır, bu gizli facia, roman kişilerinin ağzından söylenmektedir. “İhtiyar” denilen, roman başkişisi, sık sık şuna benzer açıklamalar yapmaktadır:

“Bütün tiksinme, öfkelenme gücümle sormak isterim. O gençlik avcılarına, o politikacılara, o yazar veya bilgin müsveddelerine: -Söyleyin ulan! Ne yaptınız bu gençlikleri, bu Türkiye pırlantalarını? Ne yaptınız?”

Nitekim bu romanda İhtiyar, bütün çöküşlerin ve soysuzlaşmaların timsali gi­bi ele alınmıştır. O âdeta, üzerinde ısrarla durulan, esrarengiz havanın öz kayna­ğıdır. Küstah bir Mefistoteles gibi, romanda pervasız lâflar etmektedir:

“Nerede kalabalık, yani şu halk denilen budalalıklar var, ben oradayım. Mes­leğim, işim budur benim. Bu budalalığı devlet kemiricisi haline getirmek ve o ba­yağı söylenişi ile menfileştirmek. Halkı çeken konularda hoşnutsuzluklar, kesin anlaşmazlıklar, ikilikler, sürtünmeler çıkarmak Bunları kötülemek ve yönlerini devlet sorumlularına çevirmek.. Bunlar, benim işimdir.” (s. 404)

Buğra’nın dil ve üslûp özellikleri de, yazdığı her üç türdeki eserlerinde ve fık­ralarında pek az değişmektedir. Çoğu hikâyelerinde ve romanlarının bazı bölüm­lerinde, şairane, tatlı, yumuşak, hüzünlü bir üslûp tutturabiliyor. Fakat, eserleri­nin bütününe yakınında, Buğra’nın, hızlı, sert, kırıcı zaman zaman argoya kaçan bir anlatına seçtiği görülüyor. Hızını alamamışçasına, aynı manaya gelen söz, de­yim ve ibareleri sıralıyor. Parantez arası cümleleri sık kullanması, bazen anlatı­mının akıcılığını kırıyor. Hemen her hikâyesinde, binleriyle kavga ettiği, kelime­lerle hiciv yaptığı seziliyor.

Tarık Buğra da her yazar gibi “mizacının adamıdır.” Kendi huy ve karakteri­nin, hayat macerası ve sıkıntılarının duygu ve üslûp olarak aksetmesi olağandır. Bu tabiî hal, Buğra’da olağanın da üstündedir. Her satır yazısında; tepki gösteren, ince eleyen, azarlayan, gönül kıran, kendinden emin, biraz da mağrur tabiatının akisleri görülmektedir. Bu sebeple anlatım ve üslûpta da zaman zaman öfkeli, saldırıcı ve aşağılayıcı olabilmektedir. Bir düşünceyi anlatırken bile, elinde olmaya­rak yergiye kaçmakta, içindeki sıkıntıları da ortaya koymaktadır. Böyle bölümler­de, Tarık Buğra, roman-hikâye anlatımından kopup günlük polemik yazıcılığının, heyecanlı, nutuklu edâsına kapılmaktadır. Örnek:

“Dünya’nın elbette en mendebur şeyidir şu okur-yazar gururu. Aslına bakar­san, iki ayaklı, dik sürüngenlerin hepsini de kokuşturan şeydir gurur. Gurur, yâ­ni kendini bir matah sanmak, kendini dünyanın ekseni saymak Diksürüngenlerin susmaması için, bir hokkalık bilimsel ve kültürel ve sosyal mürekkep yalama­sı gerekir ve yeter. İşte o zaman elini kolunu sallaya sallaya ortaya çıkar bu ölüm­süz ve de evrensel gurur. Fotoğraf kartları ve filimleri için iposülfat ne ise, mürek­kep de, yani iki paralık okuma yazma da bu gurur için odur. Ben… zavallı ben, kendisini herkesten ve her şeyden üstün sayan ve ayrıcalığa aşeren bu mendebur okur-yazar gururu’nu kullanmaktan başka ne yaptım ki?”

(Gençliğim Eyvah, 1979, s. 396-397).

Buğra’nın aynı üslûbu hikâyelerinde de kullandığım söylemiştik.

İşte örnek

Bu senfoniye, bayağı sesler, çirkin sesler, iğrenç sesler karışmış, tezgâhtarlar, tek renkliler, putlara yani, zekâ ve dehâlarına tapanlar, -Vahşi ve hayvanca bir uz­laşmaya sığınarak- demagoji ile safsata, riya, hile ve kalleşlikle seslerini ön plâna geçirmiş, büyüyü bozmuş bulunuyorlardı.” (Bitmemiş Senfoni, Yarın Diye Birşey Yoktuk dan).

Dilde uydurmacılık akımlarına ve TDK’nun çoğu yazarlara kabul ettirdiği arı- dilcilik sultasına karşı yaşayan Türkçenin, akim ve ilmin yanım tutan Tarık Buğ­ra, tasfiyecilik ve uydurmacılıkla mücadeleyi de ömrü boyunca sürdürmüştür. Bir mektubunda (Sanatçı Dostlarım, Mehmet Çınarlı, s. 125) Türkçemizi yoksullaştı­ran tutumlara karşı ezici haklılıkla şunları yazmaktadır:

“Herhangi bir milletin, herhangi bir devirde “an” bir dili olmuş mudur? Afri­ka’nın ayak basılmamış bölgelerinde yaşayan ve birkaç yüz kelimeyle konuşan kabilelerin dillerinde bile komşularından alınmış kelimeler var. Fransızca’da, İn­gilizce’de, Rusça’da, Çince’de… hiçbir zaman yapılamayan ve her dilde barbarlık sayılan şeyi TDK ağalan yapacak ha!…

…Naziler kitap yakmışlardı. Komünistler aynı barbarlığı hâlâ yapıyorlar; üste­lik daha yaygın, daha sistemli bir şekilde. Ama, inan olsun, “öztürkçeci” denilen ırkçılık sahtekârları onlara taş çıkartıyor. Çünkü bunlar, bütün Türk kütüphane­lerini gömmek niyetindeler.

…Bir kelimeyi, ölümünü beklemeden fırına atmakla ne mi çıkar? O kelime ile kurulmuş on binlerce Türk mısraından, duygu ve düşüncesinden gelecek nesille­ri mahrum bırakmak kasdı çıkar…”

Tarık Buğra’nın yine bütün eserlerinde, onu yaşıtlarının çoğundan ayıran özellik: Dine, İslama, Kur’ân, ezan, namaz, Ramazan vs. gibi dinî ibadet ve kav­ramlara saygılı ve açık olmasıdır. Çoğu, küçük şehir, kasaba çevrelerinde, eşraf, memur, tüccar şehirli (küçük burjuva) muhitlerinde geçen romanlarından mese­lâ “Dönemeçte” kitabı, şöyle başlamaktadır:

“Tanyeri nerdeyse ağaracaktı: Dağlar, külrengi bir aydınlığın içinde kapkara yükseliyordu. Son yıldız, vadinin üstünde bir yanıp bir sönüyordu. Şehir kulübü­nün az ötesindeki câmiin müezzini, sabah ezanını okumaya başladı. Bu seste in­sanı küçük hesaplardan, hırslardan ve dertlerden utandıran bir şeyler vardı.”

Tarık Buğra, dindar halkımızın manevî vasıflarını da bilen bir romancıdır. Kahramanları “bismillahlı, Allahlı, yeminli” konuşurlar; günah, sevap bilirler. Al­lah’a verecekleri hesabın, son nefesin kaygısı içindedirler. Oysa, Buğra’nın yaşıt­ları ve bir öncekiler, Türk insanının ruh ve çevre portresini sanki eksik bırakmak istercesine, bu halkın Müslümanlığına kapalı ve yabancı kalmışlardır. Ömer Seyfeddin’den ve biraz da Memduh Şevket Esendal ve Halide Edip Hanım’dan sonra, edebiyatçılarımız, dini sanki yasak bir konu imişçesine algılamışlardır. Kazara bir dindar adamdan, bir Müslümanlık olayından söz edilecek olsa: İslâmiyet, çir­kin bir saldın üslûbu ile “irtica, gericilik, yobazlık, taassup” gibi karalamalarla birlikte ele alınmıştır. Halkımızın samimî Müslümanlığı ya kınama, yahut alay konusu edilmiştir. Bu çirkinliğe batmak istemeyenler ise, nihayet, dinden, İslâmdan söz etmemek “kahramanlığı” ile yetinmişlerdir.

Dikkatle okunsa, aynı dönemdeki ünlü hikayecilerimizden, ne Sait Faik’te ne Samed Ağaoğlu’nda, ne Haldun Taner’de (marazî ve patalojik olaylar ve haller dı­şında) İslâmî bir bahse veya belirtiye, (bir Müslümanın hikâyesine) rastlaşmakta­dır. Türk’ün 1400 yıllık “Müslüman olduğu” gerçeği, kulak ardı edilmiştir. Türki­ye’de yaşayan insanların (bilhassa da Müslümanların dinleri) yokmuş gibi garip bir tavırdır bu.

Tarık Buğra’da ise ilk hikâyelerinden beri, dikkatle ve özellikle Müslüman tö­resi, Müslüman iman ve inancının akisleri görülmektedir. Bu ilgi, elbette propa­gandaya hatta kayırmaya kaçmayan ustalıkla, Türk insanının ölçülerine uyularak gösterilmektedir. “Küçük Ağa” romanının kahramanı, bilindiği gibi “İstanbullu Hoca” nâmıyla tanınır. Buğra’nın o romanı geçirdiği ve iyi tanıdığı Akşehir mu­hiti de, tabiatıyla dindardır. Bu hava Firavun İmânı’nda, I. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Mehmed Akif, Hüseyin Avni (Ulaş) gibi Müslüman seçkinleri ile de­vam eder. Daha sonraki romanlarında da Müslüman insanların yaşayış ve inanç­ları, yine sık sık yer bulmaktadır.

Küçük Ağa ve devamı olan romanlar, aynı zamanda Millî Mücadelemizin İslâ­mî zirvede tutan ve onun uğruna cihad yapan (asker, din adamı, eşraf, aydın) züm­relerin büyük iman zaferi olduğunu vurgulayan eserlerdir. Tarih’çe henüz hakkıy­la açıklanmayan, 75 yıl önceki İslâmî, millî iman destanımız bu eserlerde, sanat­kârın sezgisi ile açıklanmıştır.

Çeşitli türlerdeki eserlerinin üslûplarında yer yer benzerlik bulunmasına kar­şılık, konularda, duygu ve düşüncelerde, çeşitlilik de, Tarık Buğra roman ve hikayelerinin özellikleri arasındadır. Gerçekçilikten, fertçilikten, hayalî, toplumcu, mizahî ve belgesel’e kadar değişik konu ve temaları işlemektedir.

Tarık Buğra, zaman zaman Tanpınar’ın hikâyelerini andıracak tarzda, konulu eserlerine bir “felsefî bakış”la girer. Bu bakış, çok zaman kırgın, ümitsiz, karam­sar olmakla birlikte, insandaki ve insanlıktaki ölümsüz değerleri de arayıp bul­maya çalışmaktadır. Nitekim ahlâklı ve üstün değerlerle donatarak ortaya koydu­ğu kendi kahramanlarına özel sevgisi sezilmektedir. Gerçekten kahramanları ile içli dışlıdır, onlardan kimisini tercih etmekte, kimisine öfke ve nefretini yağdır­maktadır.

Bunun sonucu olarak, Tarık Buğra’nın kişilerini ak ve kara, iyi ve kötü diye ayırmak mümkün oluyor. Meselâ Küçük Ağa, Çolak Salih, (Dönemeçte) Handan, İbişin Rüyası’nda Hatice, içlerinde bazı çatışmalar bulunmakla birlikte, yazarın sevdiği iyi, olumlu tiplerdir. Gençliğim Eyvah’taki “İhtiyar”, Dönemeç’teki Ecza­cı Celâl vs. kesin hatlarla fenalık timsali kötü adamlardır. Bunlar arasında, des­tan kahramanı gibi anılanlar, iyide veya kötüde olağanüstü vasıflar taşıyan “sem­bol tipler” de bulunmaktadır.

Başlıca Romanları

Buğra’nın hikâye ve romanları yukarıda, isim olarak sayıldı. Bu türlerde var olan özellikler gösterildi. İlk romanı Siyah Kehribardan da kısaca söz edildi.

Burada ilk önemli romanı ve bizce şaheseri olan Küçük Ağa’yı (dolayısıyla Kü­çük Ağa Ankara’da ile Firavun İmanı’nı) tanıtacağız. Diğer bazı romanlarından da kısaca bahsedeceğiz.

“Küçük Ağa” Üstüne

Tarık Buğra, İstanbul sanat çevrelerini vehimli bir atmosferde anlatan Siyah Kehribardan sonra, Küçük Ağa adlı destanlı roman dizisine geçmiştir.

Küçük Ağa (1963) romanı, Akşehir kasabası ve çevresindeki Kuvayı Milliye or­tamını ve Anadolu’nun bütün iç ve dış zıtlıkları, çatışmaları ile Kurtuluş Savaşı­na hazırlanışını anlatmaktadır.

İşgal görmemiş olan Akşehir kasabası aydınlarının, eşrafın ve din adamlarının Ankara’da Mustafa Kemal’in öncülüğünde toplanan millî kuvvet ile 600 yıldır bağlı oldukları İstanbul hükümeti arasındaki tereddütleri bu romanın bel kemi­ğini teşkil ediyor. Yazar, bu trajediyi eserinin başında şöyle anlatıyor

“Bu millet, her zaman olduğu gibi o devirde de vatan sevgisini, devlet şuuru­nu dini ile iç içe duyardı. Her savaş bir “Cihat” olagelmişti. Vatan millet sembol­leri din sembolüyle birleşiyordu: Bir tek bayrakta üç kutsallık. Bu milletin kade­ri, bu milletin tâ kendisi yüzyıllar boyunca işte bu bayraktı.

Ve bu bayrağı halife-i rûy-ı zemin, şâh-ı cihân açardı. Tahtlar taçlar devirmek, ülkeye ülkeler katmak için açardı. Hayatı bu gelenek düzenlerdi.

Ancak bu gelenekle var olabileceğine inanan bu millet, bir gün, bir başka bay­rak altına çağrıldı. Bayrak bir başka bayrak, bayrağı açan el bir başka eldi. Fakat bu bayrak da ata ocağı için diyor, vatan için diyordu.

Kurtuluş ümidi, altı asırlık yaşama geleneğinin karşısında idi. Hiçbir milletin tarihi bu kadar trajik bir çelişme görmemiştir. Bu çelişmede doğru yolu seçmek bir fazilet işi olmaktan çıkıyor, herkesten beklenemiyecek bir görüş üstünlüğü gerektiriyordu. Buna karşılık yanılanları suçlandıramazdınız; zira menekşe, ren­gi mor olduğu için ne kadar suçlu ise bu insanlar da yanılmaları yüzünden o ka­dar suçlu idiler.

Bu kurtuluş ümidi ile o altı asırlık gelenek arasındaki büyük çelişme, hatta mağlûbiyet ve istilâdan da koyu bir trajediye sebep oldu. Bu roman işte bunu id­dia etmekte ve bu trajediyi anlatmaktadır. Yirmi bir yaşındaki İstanbullu Hoca, “Küçük Ağa” halinde ikinci defa doğarken insanoğlunun kolay kolay katlanamayacağı bu kahredici trajedi kahramanlarından sadece birisi oluyordu. Kurtuluş savaşı boyunca böyle ikinci doğumlar çok olmuştur. Küçük Ağa, kendi macerası­na ek olarak bu benzerlerini de anlatabilirse, okuyucularım, baba ve dedelerini cephe kahramanlıklarından çok önce bu trajik çelişmede çektikleri acılar için rahmetle anacaklardır. ”

Millî ve Yeni Edebiyat dönemlerinin romancıları, Kuva-yı Milliye devri ve o devrin komutanları, idareci sınıfı, köylüsü, kasabalısı, eşrafı, din adamları üzeri­ne birçok hikâye ve romanlar yazmışlardır.

Bu eserler arasında Halide Edib’in Ateşten Gömlek, Vurun Kahbeye… Yakup Kadri’nin Ergenekon, Millî Savaş Hikâyeleri… Aka Gündüz’ün Dikmen Yıldızı  vb.’leri, o mutlu savaşın sıcak heyecanlan içinde yazılmış olarak destanımsı eda­lar taşırlar.

İkinci bir gurup eserler de bazı günümüz romancılarının, Mütareke devrini ve Kurtuluş Savaşı’nı “sosyal nedenleri”yle ele alan tek veya dizi halinde romanlarıdır. Yakup Kadri’nin Ankara, Peyami Safa’nın Yalnızız, Tanpınar’ın Sahnenin Dı­şındakiler romanlarının yanısıra bu devirleri en çok anlatan Kemal Tahir olmuş­tur. Bu romancı: Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu, Yorgun Savaşçı vb. romanları ile kendi açısından Mütareke ve İstiklâl Savaşı başlangıcının panoramasını çizmiştir. Bundan başka Samim Kocagöz ’ün Kalpaklılar ve İlhan Tarus ‘un Var Olmak, Hükümet Konağı gibi eserleri aynı devir üzerine, belli doktrin açılan ile bakan eserlerdir.

Ancak, her iki grup eserlerin çoğunda göze çarpan taraf köy ve kasaba büyük­leriyle bilhassa din adamlarının, çıkarcılık, geri kafalılık ve bazı siyasî kışkırtma­lar töhmetiyle Kuva-yı Milliye’ye düşman ve hatta istilâcıların emellerine hizmet eder gibi gösterilmeleridir. Yakup Kadri’nin Yaban’ı ile başlayan bu kaba taslak (başlangıçta dalkavuk-devrimci sonrası sosyalist-marksist) bakış, oldukça eksik, kasıtlı ve zararlıdır. Nitekim, köy ve kasabalarımızda kurtuluşa hizmet eden ve bilhassa Kuva-yı Milliye’nin feragatli öncüsü bulunan çok sayıda din adamlarımı­zın hiç de müstehak bulunmadıkları bir karalamaya uğratılmaları ilme ve tarihe ters düşen kasıtlı yalanlardır. Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sında işte bu kasıtlı ha­tanın az çok düzeltildiğini görüyoruz.

Gerçi Ankara’ya karşı Damat Ferit hükümetiyle, âsi çete kuvvetleriyle hatta Yunan ordusuyla (bilir bilmez) işbirliği eden geri kafalı veya çıkarcı din adamları, ağalar, beyler de eksik değildir. Ancak bu hainliği yapmış olan subaylar, vali­ler, kaymakamlar ve memurlar belki daha çoktur.

Onlar bir yana bırakılarak yalnız “hocalar ve eşrafla” uğraşılması romancıla­rımızın, tarihi henüz iyice aydınlanmamış bir devre ön-yargılı bir doktrin açısın­dan ve çok defa art niyetli fikirlerle baktıklarını göstermesi sebebiyle üzücüdür. Kaldı ki Buğra, daha sonra “hain” diye gösterilenlerden çoğunun sadece tereddüt geçirmelerinin sebebini işte, bu romana konu yapmıştır.

Başlangıçta, Kuva-yı Milliye’ye karşı, padişah ve Halifeye bağlı görünen bir­çoklarının Türk devlet ve tarih felsefesine dayalı, “devlet-i ebed-müddet” inancı­mızı esas alan kişiler oldukları anlaşılıyor. “İstanbullu Hocalar” tamamıyla Kuva- yı Milliye yanlısı “Küçük Ağalar” oluncaya kadar büyük bir sarsıntı geçiriyorlar. Türklüğü altı yüz yıl zaferden zafere koşturmuş bir Hanedana ve “Hilâfet’in kut­sal sıfatını da üstünde taşıyan devlete birdenbire karşı çıkmak kolay değildir. Ni­tekim Küçük Ağa da ancak uzun denemeler ve tartışmalar sonunda yolunu bul­muştur.

Ancak, Tarık Buğra’nın romanındaki o trajik çelişme’yi yaşamış olanlar sayı­ca ne kadardı? Burası da araştırılmaya değer. Asıl bilinmesi gereken şey, Anado­lu Kurtuluşu sırasında bütün din adamlarının ve eşrafın ne bazı romanlarda gös­terildiği gibi çıkarcı ve hain ne de Küçük Ağa gibi mütereddit olduklarıdır. Aslın­da bunları üç öbekte toplamak gerekecektir.

a)   İstiklâl Savaşma ve her türlü kurtuluş hamlelerine daha başlamadan çok önce gönüllü ve öncü olanlar… (Burada Mehmed Akif, Said-i Nursî ve benzerleri­ni anmak yerinde olacaktır.)

b)   Küçük Ağa gibi bir duraksamadan ve uyanıştan sonra Kurtuluşun ön safı­na geçenler…

c)    Kuva-yı Milliye’ye sonuna kadar direnen, onu baltalayan, hatta düşmanla iş­birliği edebilen bazı yanılmışlar mutlaka okumalıdır. (Bu konuda çıkan eserler arasında “Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler” (Kadir Mısıroğlu, 1967), “Te­mellerin Duruşması” (Ahmet Kabaklı, 1989, 1990, 1991), “Kurtuluş ve Cumhuri­yetin Manevî Mimarları” (Cemal Kutay 1973)’dır.

Ancak bu yaptığımız üçlü ayırımın bütün aydınlar ve meslek gruplan için de geçerli olduğunu unutmak doğru olmaz. Her üç gruba sokulacak politikacılar, pa­şalar, hariciyeciler ve mebuslar da sayısızdır.

Aslında Kurtuluş Savaşı’nın önce gerçek belgelere dayanan bir tarihi, daha sonra romanları yazılmalıydı. Ama romancılarımız tez davranarak tarihçilere ön­cülük ettiler. Eldeki bilgi ve belgelerin yetersizliği ve güvenilmezliği karşısında her sanatçı ve yazarın, olayları kendi ideoloji açısına sürüklemesi olağandır. Hat­ta bazı noktalara tuttukları ışıklar yine de çok değerlidir.

Kurtuluş’Savaşı konusunda ve bugünkü dertlerimizin çözülmesine kaynak olacak bütün hususlarda siyasî baskılar, tabu hükümler ve ön yargılar kalkma­dıkça, yani tarih, aydınlık belgelere dayalı olarak sunulmadıkça toplumda, fikir­de ve sanatta tam bir açıklığa kavuşmamız umulamaz.

Küçük Ağa’dan

Küçük Ağa romanında, İstanbullu Hoca gibi değişip “yeniden doğan”lardan biri de Çolak Salih’tir. Romanın ruh çelişmeleri iyice belirtilmiş güçlü kahraman­larından biri olan Çolak Salih, I. Dünya Harbi savaşlarında bir kolunu yitirmiş olarak Akşehir’e sakat perişan yamrı yumru, biçare olarak dönmüştür. Ona kim­se “gazi” gözüyle bakmaz, her yanda hor görüldüğü için, aşağılık duygusuna dü­şer, kendini içkiye verir. Türk muhitinden yüz bulamadığı için Rumlarla arkadaş­lık etmesi ve Niko adlı biriyle içli dışlı olması, onu hemşehrileri gözünde büsbü­tün küçük, haysiyetsiz bir adam haline sokmuştur.

…Fakat Salih, bir gün Niko’ların meyhanesinde, Rumların papazları başkanlı­ğında, yaptıkları gizli bir toplantıya şahit olur. Onların Pontus Rum Devletini kur­mak için Türklerle vuruşma plânı hazırladıklarını ve arkadaşı Niko’nun en azılı bir Pontus çetecisi olduğunu öğrenir…

Salih’in millî duygulan bu olay karşısında uyanmaya başlar. İnsanlık haysiye­tine tekrar kavuşur. Türlü irade çabalarıyla Kuva-yı Milliye’nin en yiğitlerinden biri haline gelir. Aşağıya bu değişmeyi gösteren bazı parçalar alınmıştır:

Beklenen Cuma

Niko’ların meyhanesinde görüp işittikleri Salih’i tâ yüreğinden sarsmış, bir başka adam değilse bile bambaşka duyguların ve arzuların adamı yapmıştı. Bir mes’uliyeti olduğunu şimdi artık seziyor, hatta anlıyordu. Bu mes’uliyeti açıkça öğrenmek, bunu karşılamak için neler yapabileceğini, neler yapmak gerektiğini bilmek istiyordu. Hem de hırsla. Fakat bunu kimden öğrenecek, bunu hatta, kime kabul ettirecekti? Değiştiğini; hiç değilse değişmek istediğini kime anlatabilirdi.

Bu arada: “Ahh sağ kolum’’ diye hayıflandıkları çok olmuştu. Bu noktada da takılıp kalacaktı. Bir sabah, sanki bir ilhamla “Ne dırlanıp duruyorsun ülen Sa­lih, sağ kolun olmayacak, olmayacak işte. Sen bu halinde yapabileceğini yapma­ya bak” deyiverdi.

Ne yapabilirdi?

Şimdi de işte bu sualin buhranı içinde kıvranıp duruyordu:

Önce rakıyı bıraktı. Bu koran verirken “Ego tsakopso to krosi- şarabı kesece­ğim” şarkısını mırıldanıyordu. Rumca’yı ve Rumlar’ı da bırakacağım, dedi ve onu da yaptı: İlk işi olarak dükkânı devretti. Bu işler olurken Niko’nun babasıyla bir konuşma geçmişti:

—   Niko?… Bırak be Salih Niko’yu, oynattı o galiba. İstanbul’a gitti.

—   Ne yapacakmış İstanbul’da?..

—   Ne bileyim ben. Sürünecek! Dönüş parasını bulsa bari. Ne gülüyorsun sen?..

—   Ben mi? Hiç. Tuhafıma gitti de.

—   Ne gitti tuhafına?..

-Aldırma baba, dur dur, sıkma canım söyleyeyim: Niko’yla benim göbeğim bir kesilmiş galiba. Ben de İstanbul’a gitmeye hazırlanıyorum da ona güldüm. Niko’ya “oynattı” dediğine göre bana zır deli dersin gayrı…

—   Niye diyecekmişim?

-Eee öyle işte. Oğlun sapasağlam. Üstelik İstanbul’da eşi dostu vardır. Bende kol kanat kalmamış, üstelik orda bana Salih diyecek bir Niko var. O da karşılaşır­sak! Anladın mı şimdi? Niko’ya oynattı diyen bana zır deli demez ne der? Hıhıhı.

Niko ile karşılaşmayı nasıl istiyordu. Adama da:

—   Niko’yu görsem çok iyi olacak, demişti.

—   Daha adresini yazmadı. Gelince sana veririm. Ama yazar mı, yazmaz mı Al­lah bilir.

Ve Salih arsız arsız bir “hıhıhı ’’ gülüşüyle:

—   Öyle ya, öyle ya gurbet hali bu, ne yapacağını, ne olacağını insanın kendisi bile bilmez, diye tasdik etmişti.

Rakı yok, Rumlarla düşüp kalkmak yok, sırnaşıklık yok. Zor zor, ama bunları derhal yaptı. Peki sonra ne olacaktı? Bundan sonra yapacağı ne idi?

Salih’i artık çarşıda pazarda gören yoktu. Yalnız birkaç kişi, ayrı ayrı günler­de sabahın erken saatlerinde, alaca karanlıkta rastlamıştı. Hepsinde de Salih Hıdırlık tarafından geliyordu.

Bu acayip durum konuşulmaya başlandığı zaman ilk hüküm şu olmuştu:

—   Ne olacak? Beydoğdu’lu Hatçe’den geliyordur!..

Yaşlılar buna bir de küfür ekliyorlardı:

—   Aptessiz it sen de…

Fakat bir gün anlaşıldı ki, Salih daha öteden, Ucuzluk tarafından gelmektedir

ve bu işin o kötü kadınla ilgisi yoktur. O zaman da Salih kahvelerin, Kuva-yı Milliye’den de önemli konusu olup çıktı.

Onu yine bir sabah, tepeler yeni yeni pembeleşirken, sokaklar daha alaca ka­ranlıkken Abdil Ağa gördü. Doğrusu, bu bir rastlama değil pusuya düşürme idi. Güllüler’in bahçesini köşeleyen daracık yolda burun buruna gelivermişlerdi. Ab­dil Ağa şaşırmış gibi yaparak sormuştu:

—   Ne o len koçum? Nerden gelin bu saatte?

—   Teferrüçten Abdil Ağa, teferrüçten, hıhıhı.

—   Ödümü patlattın len. Teferrüç ne demek oğlum?

—   Teferrüç mü? Sana doğrusunu deyem mi Abdil Ağa… Ben de pek iyi bilmem, öyle derler işte. Amma çok merak ettiysen İstanbullu Hoca’ya soruver, o iyi bilir.

Ve yürüyüp gitmişti. Abdil Ağa hikâyeyi anlatırken, manasını kendinin de bil­mediği bir gülüşle:

—   Teferrüçten gelirmiş len… bak namussuza sen… Diyordu. Bu lâf acayip -bir şekilde herkesin hoşuna gitmişti.

Salih caminin arka kapısından çıkmış, ne yapacağını, nereye gideceğini kes- üremeden duruyordu. Aklına o lâf geldi ve gülümseyerek düşündü:

—   Teferrüce mi çıksak acaba?.. Güpegündüz de olmaz ki.

Teferrücün aslı şu idi:

Niko’ların meyhanesinde olup bitenleri gördükten sonra geceyi de, bütün gü­nü de evinde geçirmiş, cepheden getirdiği torbaya bakıp durmuştu. Ertesi sabah, ortalık daha zifirî karanlıkken kalktı, elini korka korka torbaya soktu ve öyle kal­dı. Sonra elini birdenbire çekti.

Şimdi avucunda kocaman bir toplu tabanca vardı. Onu iç cebine yerleştirdi ve dışan çıktı. Yandaki halıhanenin bahçesinden geçerken Çatırpatıra vardı. Ora­dan da Hıdırlığa doğru yürüdü. Yamaçtaki patikadan gidiyordu. Ucuzluk bağları­na vardığı zaman, ovanın doğu sınırını çizen Emirdağlann üstü ağarmaya başla­mıştı.

Biraz daha bekledi. Artık on-on beş adım ötedeki yapraklan seçebiliyordu. Ce­binden tabancayı çıkardı ve bir çalı köküne uzattı.

Hayata daha tam manasıyle yatmayan sol kol gerginliğine rahatça razı olmu­yor, titriyordu. Tabanca, yirmi iki yıl ihmal edilen sol bileğe çok ağır geliyordu.

Salih ümit kırıcı yirmi-yirmi beş saniyeden sonra tetiğe bastı. Kararlama bir atıştı bu; atışların en sağlamı! Fakat hedefi heyecanla ararken merminin iki adım sağa ve çok yukarılara vurduğunu gördü. Başında çavuş olsaydı tekmeyi çoktan kıçına yemişti.

“İyi ki çavuş mavuş yok” diye gülerek mırıldandı.

Neticeyi hiç de fena bulmuyor, daha doğrusu bulmamağa ve bu işin bir sabırlı talim işi olduğunu kabule çalışıyordu.

ikinci mermi daha da uzağa vurmuş, üçüncüsünün ise nereye gittiğini bula­mamıştı. Sol kol her atışta biraz daha takatten düşüyor, daha da itaatsizleşiyordu:

“Bugünlük bu kadar, her gün üç mermi!” diye düşündü. Üzerinde bir ciddiyet vardı. Kendini büyük görmek, mühimsemek istiyordu.

Dönüşte uzun müddet ağır şeyler kaldırıp indirirdi. Bileği ve kolu kuvvetlen­dirmek lâzımdı. Sonra sedire oturup sekiz on toplu iğne ile çeşitli şekiller yapma­ğa başladı. Hızlı hızlı… daha hızlı diye parmaklarını zorlayıp duruyordu.

Bu kol, bu bilek ve bu parmaklar onun istediğini, yine onun istediği hızla ya­pacak hale gelmeliydi.

İkinci deneme de aşağı yukarı ilki gibi geçti: Mermiler her seferinde nişan noktasından biraz daha uzağa düşüyor, çünkü bilek her atışta bir öncekinden da­ha fersizleşiyordu. O sabah bıkmadan usanmadan taşlarla tâlim yaptı. Attığı taş­lar ya çok ağır, ya da çok küçüktü. Hafiflerle çalışmanın daha faydalı olduğunu farketmişti. Bu işi her sabah tekrarlıyordu. Gitgide yalnız kolu değil, ciğerleri de açılıyor, kuvvetleniyordu. Kuvvet ve çevikliğini duymaya başlamıştı. Bu ona su katılmamış, hatta saadete yakın bir neş’e veriyordu. Artık uzun yürüyüş ve atla­yıp zıplamalardan sonra bile nabzında da, nefesinde de fazla bir artış olmuyordu. Bir sabah kamı kadar büyük bir taşı kaldırıp da altı yedi adım öteye fırlatıverince:

“Ah sağ kolum, ah; o da olacaktı ki”, diye eseften çok gururla mırıldandı. Çün­kü artık kendini eskisi gibi aciz hissetmiyordu. Kendine karşı güveni belirmişti. Çok şeyler yapabileceğine inanıyordu artık… “Ahh sağ kolum” deyişi o eski deyiş­lerinden bambaşkaydı. “Sağ kolum olsaydı dünyayı alt üst ederdim” demek isti­yordu.

Onuncu gün mü ne idi, mermilerle düşünce ve kastının aynı şey olmağa baş­ladığını gördü: Salih hangi noktayı seçiyorsa kurşun da orayı damgalıyordu.

Her gün biraz daha uzaktan ve biraz daha çabuk Bu iş olup bitmişti. Şimdi mesele: “Ben ne yapayım?..” diye sorabileceği adamı bulabilmekte idi. Doktoru camide görünce kabına sığmayacak kadar sevinmesi bu yüzdendi. Mapushanenin üstüne kapanan demir kapısı açılacaktı. Bu da ancak doktorun sayesinde ola­bilir. Bundan emindi. (Küçük Ağa, 1963. s. 116-121)

Gençliğim Eyvah

Tarık Buğra’nın bütün eserleri içinde, gündelik toplum hayatına, Türkiye’nin meselelerine, anarşi, terör, nifak, bölücülük gibi 1960’lardan, hatta, çok daha ön­celerden beri (1910’lardan) Türkiye’mizin başından hiç eksik edilmeyen dertler, bu romanda ele alınmıştır.

Bu romanda, bütün kötülüklerin başı, sembolü, sebebi, planlayıcısı olarak “îhtiyar” diye anılan bir “tip” gösterilmektedir. İhtiyar’ın burada, hem başından vak’alar geçen bir roman kişisi… Hem de dünyadaki, yurttaki bütün kötülüklerin vasıflarını nefsinde toplayan, (yaşaması, var olması imkânsız) bir “tip” olduğunu, aşağıya alacağımız metin daha iyi gösterecektir.

Roman, İttihatçılardan başlayarak, 1978’lere kadar, Türkiye’nin başına getiri­len oyunları, zulümleri, suikastleri, darbeleri (1960,1971 ihtilâllerini) Tarık Buğra’nın yorumu ile anlatıyor. Mesleği gazetecilik olan yazar, özellikle Üniversite gençliğinin başına getirilen aldatmaca ve entrikaların, menfaat sağlayarak cina­yete sevketme, fakir gençleri avlama, aldatma, terör, anarşi, yuvalar, örgütler gi­bi, yarım asır boyu, milleti ve devleti, zarardan iflasa, yıkımdan felâkete sürükle­yen kötülüklerin bin bir çeşidini, sayısız eylem ve usûllerini, sebep ve kaynaklarını açığa vuran birçok gözlem, söylenti ve delilleri önümüze seriyor.

Bu roman, üç kişi etrafında dönüyor. Üçü de anarşik olayların timsalleridir. “İhtiyar”ın yanısıra; öldürülen, sürülen, işsiz kalıp mahvolan, devletine, ana ba­basına bile kast eden yüz binlerce gencimizin iki örneği Râşid ile Güliz’dir.

Delikanlı diye bilinen Râşid, Anadolu’nun kenar bir kasabasının yoksul bir ai­lesinden gelip İhtiyar’ın önüne sürdüğü para, lüks, kadın tuzakları ile terör olay­larının öncülerinden olmuştur. Güliz de, asıl adı Sıdıka olup, yine kenar mahalle­den alınıp, yetiştirilip şıklaştırılıp “Delikanlı’ya karşı (ve daha bir çoklarına) yem olarak kullanılmak istenilmiştir. Fakat İhtiyar’ın bu konudaki hesaplan tutma­mış, Delikanlı ile Güliz, birbirlerine her fedakârlığı yapacak biçimde âşık olmuş­lardır. Böylece oyun bozulur ve İhtiyar’ın da sonu gelir… Ancak, ne yazık ki, Tür­kiye’nin entrika, terör, bölücülük, anarşi, komplo… lara uğratılan kara bahtı, İhti­yar’ın ölümü ile de bitmiyor… 1980’lerden ve daha sonra bile benzer kötülükler devam ediyor…

(Not: Gençliğim Eyvah için güzel bir inceleme yazısı, Prof. Dr. Sadık Tural ta­rafından yazılmıştır, bk: “Zamanın Elinden Tutmak’, 1981, s. 270-283).

Gençliğim Eyvah’tan

Sıdıka, hikâyenin aslını bilirdi:

İhtiyar, beş yıl kadar önce salmıştı adamlarını Alevî ve etnik gruplar tarama­sına. Bir seferinde, kendisine; “Anlamıyor budalalar” demiş ve eklemişti: “Sağ, sol tiftirûniliğinden bin kat verimli olacak bu iş.”

Açıktı maksadı ve teşhisi:

Sağ-sol çatışmasını umursamayan veya kavrayamayan, çekici bulmayan halk, kavga’nın evrensel tadını, düşmanlık ve kin “gereksinimi”ni bu oyun’da bulacak­tı. Böyle bir koz bırakılır mıydı?

Simitçi kadının kocası, bu ağa düşenlerden birisiydi.

İlk seferi yapacak vapur iskeleye yanaşıyordu. Parmaklıklar açıldı. Sayıları epeyce artan ve kimi rıhtımda yalpalaya yalpalaya dolaşan uykusuz; kimi salep içen, simit yiyen, kimi de gazetelere bakan yolcular, açılan, daracık tek kanata saldırdı. Ne manzara!

Sıdıka; “İhtiyar domuz görse, zevkten dört köşe olurdu” diye düşündü: Bir avuç “halk”; herkes daha önce binmek için itişip kakışıyor!

İhtiyar’ın tıslayışları ve tiksintiden incelmiş sesi kulaklarında çınlıyordu: “Bu mendeburlara… eveeet, bu mendeburlara özgürlük, bu mendeburlara hak… hem de daha çok ve daha çeşitli konularda.”

Sabah denizi soğuk denecek kadar serindi; ama o, gene de çıkıp güvertede oturdu… tek başına.

İtişip kakışan, küçük haklara ve hukuklara, meselâ sıraya saygı duymayan, rastgelen yerlere tüküren, burnunu karıştıran, bağıra çağıra, söve saya konuşan, gürültülü kahkahalar atan, genizlerini kazıyan, dirsekleriyle, bacaklarıyla yanlarındakini rahatsız eden, beslenmelerini, hatta kendi sağlıklarım da umursama­yan, gerçek çıkarlarının idrâkinden namütenahi uzak… kazık atmayı, vurgunu bir marifet sayan, bunun için de boyuna kazık yiyen bu insanları -ihtiyar gibi- o da sevmiyordu. Tiksiniyordu onlardan. Özellikle de toplu hallerinden, kalabalıkların dev aynasına yansıtılmış hayvan bencilliklerinden ve bir arada yaşamayı kavrayamayışlarından… yerine göre saldırganlaşan, yerine göre yaltaklanan, kuyruk sal­layan; ama öyle de, böyle de, daima çürütücü, çökertici, kof çıkarları kollayan o bencilliklerinden… iğreniyordu… o da.

Bu bencilliği -Sıdıka- yaşayışın, insanın bırakılamaz, arıtılamaz gereği gibi görmüştü… Gazhane sırtlarında… altın çağında; çocukluğunda. Ev denilen, ana denilen, konu komşu denilen… ve kader’i yapan ortam ve ilişkilerinde.

İhtiyar bu yüzden büyük hayran olunacak kadar büyüktü gözünde: Bu bencil­likle savaşıyordu o; bu benciliği kendi bataklığında mahvetmek için çalışıyordu.

Simitçi kadın bu yanılgısını… kuruntusunu tazelemişti.

Ve, saygıyı, hayranlığı doğuran kuvvetin eziciliği, acımasızlığı, artık sadece dehşetin, korkunun ve sıyrılma, kurtulma hırsının sebebi idi:

Gece, evde, perdenin önünde hatırladığı hikâye yeniden aklına geldi: Ürperdi. Yok ama, o hikâyedekilerin durumunda değildi onlar; “Hava iyice serin ” diye yor­du ürpertisini.

Başka şeyler düşünmek istedi, Delikanlı ‘yi, aşkı, sevgiyi düşünmek istedi:

Aşk olsa, sevgi olsa, yumuşak, tatlı duygular ve hoşgörü olsa, ki bunların hep­si değene aşka ve sevgiye bağlıydı… İhtiyar gene olabilir miydi?

Hırslanıverdi:

Elbette olmazdı… olamazdı. İyi biliyordu o, İhtiyar’ı… ve kendisinin sevgiden önceki hâlini, İhtiyar’ı besleyen… ve yaratan işte bu bataklıktı: bencilliklerdi, tut­kulardı, kendini beğenmişliklerdi, haddini bilmezliklerdi, hasetlerdi, sevgisizlik­ler, katılıklardı; kısacası -İhtiyar’ın deyişi ile- sersemliklerdi. Bunlar olmasaydı İhtiyar olur muydu! Sıtma için sivrisinek, sivrisinek için bataklık… anarşi için İh­tiyar; İhtiyar için de bunlar… yâni gönül ve kafa erozyunu!

İhtiyar’ı -sonunda o da- bir sembol olarak düşündü: Anarşinin, çürümenin, çir­kinleştirmenin, yozlaştırmanın, yabancılaştırmanın; kısacası insan’ı tek ve çini- çıplak… tıpkı mağara devrindeki gibi bırakma sapıklığının, milyarlarca kmntısı- na sembol!

Güneş Üsküdar sırtlarından kurtulmuştu. İlk ışıklar ölümsüz İstanbul’u, uy­garlık tarihinin bu gururunu; çınarları, atkestanelerini, sulan, granitleri, kurşun­lan, mermerleri altın suyuyla yıkıyordu.

Sıdıka’nın içini uzaktan bakış’ın büyüsü sarmıştı: Tabiatın ve mimarlığın iki mucizesi; iç içe sokakların ve meydanların keşmekeşinden, pisliğinden arımış olarak, ancak uzaktan kavranabiliyordu. (Gençliğim Eyvah, 1979, s. 404-406)

Hikâyelerine Bir Örnek

Oğlumuz

Karun, belirmeğe başlıyan pencerenin önünde oturuyordu: Bütün geceyi ora­da geçirmişti

– Sen hâlâ yatmıyacak mısın? dedim.

Doğruldu. Kül rengi pencerenin önünde sadece bir gölgeden ibaretti. Fakat bu gölgede, beraber geçirdiğimiz yirmi küsur yılın her gününden bir şey vardı.

–        Ezan okunuyor, diye mırıldandı.

Sesi bana hüzün verdi. Odamız bu dünyadan, duyguların erişemeyeceği kadar ötede gibiydi ve karım, Kur’anla vâdedilen saadetini, sanki asırlardan beri beyhu­de yere bekliyordu.

Hareketlerinde ve yürüyüşünde, kabul edilmiş bir mağlûbiyetin hazin sükûne­ti vardı. Mutfağa geçti. Onu sanki rüyada görüyordum: Mangala ve semavere kö­mür koydu; abdest aldı, sonra seccadesini sofaya sererek namaza durdu.

Pencere iyiden iyiye aydınlanmıştı.

Renksiz, sessiz ve serin kuşluk vakti: Yatağın ılıklığı, belirsiz duygular, düşün­ceden kaçış. Dalmışım.

–        Yahu…

–        Ne var?

–        Geldi…

-İyiya işte…

Fakat mesele bu değildi: Karım beni kayıtsız buluyor ve üzülüyordu:

–        Bir şey söylemiyecek misin; bu üçüncü oluyor… Ha yahu: Ne yapacağız?

Bilir miyim ben. Fakat ona:

–        Yarın bir şeyler yaparım, diyorum.

Hangi yarın?.. Gökyüzü tatlı maviliğini bulmuştu bile. Gün, katılmağa mecbur olduğumuz gün, başlıyordu. Karım haklı. Bunun üzerine durmak lâzım. Oğlum yatağına daha yeni giriyordu. Ona, bu yaptığının ümitsiz bir isyan olduğunu an­latmalıydım. Yataktan birdenbire fırladım. Karım telâşlandı:

–        Fazla sert davranma. Ne de olsa artık…

Devam edemedi. Ona baktım: Gözlerindeki mânâ allak bullak. Ah benim saz benizli, kır saçlı bebeğim.

Çıkarken, omuzlanma hırkamı koydu.

Odası gündoğdu tarafındaydı. Pencereleri büyükçe bir bahçeye bakardı. Karşı evden kurtulmak üzere olan güneş duvarları hafifçe pembeleştirmişti.

Ve o, uyumuştu.

% Elbiselerini masanın üstüne atıvermiş, pijamasının ceketini giymemişti. Yata­ğının yanındaki sandalyeye iliştim. İçim bir tuhaftı. Ona bakamıyordum; fakat onunla doluydum: Tıpkı, çok eskiden bir defa daha olduğu gibi: O zaman daha kü­çüktü, tifoya tutulmuştu, ateşi vardı, sayıklıyordu. O, şimdi bunu hatırlamaz ki…

Karlı bir şubat gecesi doğmuştu. Babamın kucağına verirken bir tuhaftım… isim ararken kamus bana ne kadar boş gelmişti. Ona, ışıl ışıl, kâinat gibi manâlı bir kelime bulmak istiyordum. Sonunda Ömer dedik. Bu da ona yakışmıştı. Onu, tarihe girmiş bütün Ömerlerin ikbaline lâyık görüyordum.

İlk gülüş… İlk diş… İlk kelime… annesine doğru, genç, güzel ve mes’ut annesi­ne doğru ilk adım…

Sonra yedinci yaş… mektebe götürdüğüm gün ne kadar ağlamıştı: Sanki varlı­ğına evden başka bir ortak kabul etmek istemiyordu. Fakat bu mukadderdi: O da her oğul gibi sokak, mektep ve çarşı arasında, günden güne katileşen bir bölün­meye mahkûmdu.

Ve on dördüncü yaş: Hırçınlıklar, iştahsızlıklar… Bize yine bir ortak daha, ortakların en yenilmezi… Karımın mağrur telâşlan ve benim ilk endişem.

Liseyi, daha sonra fakülteyi bitirdi. Bu arada, onu biraz daha iyi yaşatabilmek için, karım, düğününden kalma üç beşibirliğini bozdurdu… Ve o, ilk aşkın baht­sızlığı ile sarsıldı, bizi de perişan etti.

Böylece biz ona bütün bütün bağlanırken, dünyamız artık tamamen onunla hudutlanırken…

“Sen bizden ayrılıverdin. Sevgimiz arttıkça sen biraz daha fazla rahatsız olu­yordun. Ben bunu anlıyordum: Sen bunda biraz da hürriyetine tecavüz buluyor­dun. Fakat annen…

Ben biliyorum: Sen, artık odaların bu döşeniş tarzını, hatta bu evi beğenmiyor­sun… Uçmayı öğrenmiş bir serçe yavrusu gibi, gözün başka dallarda. Senin dü­şündüğün, kim bilir ne cici şeydir. Bizi misafir edeceğin odayı da unutmamışsındır; buna eminim. Bu kadarı bize… bana yeter. Fakat annen… Bunu sen de sezi­yor, arada sırada, hatta sık sık kardeşlerini nasıl okutacağından, bizim için neler tasavvur ettiğinden bahsediyorsun. Fakat birbirimizden niçin gizleyelim; sen böy­le konuşurken sesini titreten şeyde biraz vicdan burkulması ve daha çök çaresiz­liğin azabı yok mu? Ama sen bunun için üzülme, senin elinden ne gelir; hayat böyle işte, yapamazsın ki…

Ben senin içkiden ne umduğunu biliyorum; alışmayacağına da eminim… Fa­kat annen…

Sonra ben senin dışarıda, ne aradığım, evden niçin kaçtığını da biliyorum. Bel­ki de küçük bir orospu. Ben onlara düşman değilim; hatta… fakat annen… Kadın­cağız böyle birine kapılıvereceksin diye tir tir titriyor. Sen gecelerini böyle dışa­rıda geçirince, kuruntuları, ışıl ışıl caddeleri ve gazinoları masal mağaralarına çe­viriyor.

Fakat bütün bunlara ne lüzum var; sen sanki bunları bilmiyor musun?.. Ben sanki bütün bu şeylerin senin kalbini nasıl sızlattığını bilmiyor muyum? Annen, ben… sen bize bakma. Bütün budalalık bizde. Biraz hasta olmanı bekler gibiyiz. Hâlâ bize en çok ait olduğun günlerdeki gibi kalmanı istiyoruz. Değişebileceğini aklımız almıyor. İşte, gözlerimi bir türlü yüzüne çeviremiyorum, sana bakamıyo­rum. Annen de böyle. Şimdi biz, seni uyandıramayız. Çünkü, düşünmeğe cesaret edemeden biliyoruz ki, artık senin uykun da değişti. Eskiden bizi bekler gibi uyurdun. Evet, artık uykun da değişti. Hatta asıl değişiklik uykularında oldu; sen uykularında da bizden uzaklaştın…”

Başımı çevirdim. Ona baktım. Bunu yaparken romatizmalı kolumu kullanır gi­biydim. Fakat içim birdenbire ferahladı: Sanki yıllardır aradığım bir arkadaşımı bulmuştum. İslık çalmak istiyordum. Perdeleri indirdim; güneş onu rahatsız ede­cekti. Benimkilere benzeyen sert ve siyah sakallı yüzünü hafifçe öperek dışarı çıktım.

Çayımızı içerken karım biraz dalgındı. Ben, küçük oğlumun çayını gizlice, hiç sevmediği limonla doldurdum. (Oğlumuz, 1949)

Okunacak Eserler

Alangu, Tahir         : Cumhuriyet’ten Sonra Hikâye ve Roman, 1965, s. 797-820.

Aytaç, Gürsel        : Çağdaş Türk Romanları Üzerine İncelemeler, 1990, s. 277-284 ve 469-472.

Fethi Naci               : Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, (1990, s. 163-176 ve 444)

Tural, Sadık            : Zamanın Elinden Tutmak, 1982, s. 270-284.

Türinay, Necmettin : Geleneğin Dünyası, 1973, s. 172-182.

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

Yorumlar kapalı.