Safiye Erol kimdir? Hayatı ve eserleri: 1900-1964 İlerde tanıyacağımız Samiha Ayverdi gibi Safiye Erol da yaşadığı ve düşündüğü tasavvufl konulan romanlaştırmıştır. Dergâh, tarikat, sohbet hayalını, Avrupa’yı tanıyan bir Türk aydını kimliğiyle düşünce, kültür ve yaşayış olarak sürdürmüştür. Manen bağlandıklan Ken’an Rıfaî’nin havası ve ilhamı içinde Safiye Erol ve arkadaşları tasavvufun 20. yüzyılında, inanç, düşünce ve uygulanışını uzun süre devam ettirmişlerdir. Nitekim bu yoldaki deneyiş ve hayranlıklarını dile getiren “Ken’an Rıfaî ve Yirminci Asnn Işığında, Müslümanlık” (1951) adlı eser Safiye Erol’dan başka Samiha Ayverdi, Nezihe Araz, Sofi Huri hanımların da imzalarını taşımaktadır.
Safiye Erol, bütün öğrenimini, 13 yaşında iken gittiği Almanya’da yaptı. Felsefe bölümünde bir de doktora hazırladıktan sonra, 15 yıl kaldığı Almanya’dan 1928’de yurda döndü. Yaşayışı, tefekkürü ve inancı ile, Batı’nın maddî gelişmesini, Doğu’nun, özellikle Türklüğün manevî yükseliş felsefesi olan tasavvufla kaynaştırmayı denedi. Yazılarında, romanlarında bu fikri ve duygulan işledi.
Bir kısmı gazetelerde tefrika olarak kalan romanlarının, kitap halinde çıkmış olanları: Kadıköy’ün Romanı (1939), Ülker Fırtınası (1944), Ciğerdelen (194?)’dir. Ayrıca Safiye, Sami Dilârâ imzasıyla Millî Mecmua’da ve başka dergilerde çıkmış hikâyeleri… Knut Hamsun ve Selma Lagerlöfften roman çevirileri de vardır.
Ciğerdelen isimli tarihî-tasavvufî derin temalar taşıyan ve bizce sanat değeri yüksek olan romanında, hayat ve düşüncesinden izler taşıyan bazı parçalar görülmektedir:
“Tahsil hayatım üzerinde uzun boylu durmayacağım. O zaman Almanya’da pek çok Türk çocukları vardı. Kimi serserilik etti. Kimi şöyle böyle, kimi parlak muvaffakiyetle okudu. Fakat içlerinde kaç tanesi kendi millî varlığıyla bu haşmetli garp âleminin haklı ve muvazeneli bir terkibini bulmak için savaştı bilmem. Garbın zahirî üstünlüğü için fazla söze lüzum yok değil mi? Fakat hakikî insanlık kemali aranırsa itiraf edeyim ki ben bu noktada garbın üstünlüğüne hiçbir zaman inanmadım. Milletimin yaratmış olduğu şarkkâri medeniyeti tahlil ederken noksan noksan! diye tenkit ettiğim gibi bugünün garb medeniyetini seyrederken de bağırıyorum: Büsbütün noksan!
İnsanlar bir altın çağ yaşadılar, eski Yunan zamanında. Eski Yunan, sinesinde şarkı ve garbı birleştirmek saadetine ermişti, bu yüzden mükemmel oldu. Sonra miras bölündü: Yunanın ilim iştiyakı, tasnif etmek, teşkilâtlandırmak kudreti, hürriyet iptilâsı garba gitti. Bu tarafa ne kaldı? Yaradılış sırrına hürmet, fanilik şuuru, ferde huzur ve ahenk verebilecek dünya görüşü (yani kader ve kısmete inanma), güzellik.
İdeal insan, altın çağın dışında iki yerde daha üredi. Bir defa İspanya Arablarında, ikinci defa serhat Türklerinde. Bunlar, şarkı ve garbı karıştırıp kendilerinde birleştirmiş insanlardı. Dünya için eğer yeni bir ideal mukadderse ancak gene iki âlemin terkibinden doğabilir. O terkibi vücuda getirebilecek şartlan ben Türk milletinde gördüm. İnsanlık tarihinde bize düşen, en kutsal ödev işte budur. ”
Ciğerdelen, destanlı bir tarih sevgisini, dinî-tasavvufî duygularla kaynaştıran bir romandır. Macaristan’da Türk uç beylerinin, sipahilerinin, üstün din adamı ve şehylerin, yiğit delikanlıların, güzel serhat kızlarının maceralarını anlatmaktadır. Tarihte yaşanmış Türk hayat ve töreleri, Ömer Seyfeddin’in “Eski Kahramanlar”ındaki gibi kişiler ve olaylar, Osmanlı’nın Macar ovalarındaki hatıralarından ses vermektedir. Tarihî Osmanlı Türkçesi, din, tasavvuf terimleriyle kaynaşarak, İstanbul şivesiyle güzelleşmektedir.
Bu romandan aldığımız bölümlerden birisi, genç Mustafa’nın, serhatlere gelmiş bir Bektaşî Dede’siyle kendi dedesi zeamet beyi Veli Koca’nın manevî terbiyeleri altında, devlet ve tarikat töresi üzre nasıl olgunlaştığını anlatıyor. Yazar Safiye Erol gibi (onu ecdadından olan) bu Mustafa Durakça da, İslâm hayırseverliği içinde geliştikten sonra tasavvufî aşk’ta yücelmenin ve zeamet beyliğine başlamanın adayı olmaktadır.
“Muhiddin Abdal bozdoğanı kisbet giyinmişti. Sırtında hırka, başında taç, omuzunda hurç elinde asa, göğsünde billûrdan teslim taşı tam cihazı ve yanında keçekülâhh iki dervişiyle konağa mihman oldu. Bir sene evvel Kümeliden kalkmış, bütün Hacı Bektaş-ı Veli dergâhlarını dolaşarak yaz dememiş, kış dememiş, sefer etmiş, Tuna serhatlerine erişmişti. Niyeti, Nemseli ile görülecek Kerbelâ gününde tef ve kudüm döğerek, gülbank çekip altın sancaklarını açarak Hak yolunda vuruşmaktı.
Ergin canlardan olan Veli Koca’nın ricası üzerine Şahin konakta eğlendi, on gün kadar genç Mustafa Durakça’yla beraber mahpus odasına çileye kapandı. Kuru ekmekle suya yattılar. Mustafa’nın kardeşi güzel Zeyneb, ağasının böyle katı riyazet çekmesine dayanamıyor, görenlerin kâh merale, kâh gazele, kâh Çin ahusuna benzettikleri Haktan sürmeli gözlerinden dizi dizi yaşlar akıtıyordu. Gizlice mahpus köşesine yanaşıp Mustafa’ya bir piliç, bir kâse bal gibi yiyecekler sunmak istediyse de Mustafa onu, sırtını sıvazlayarak alnındaki sırma perçemleri öperek hemen savdı. Çilenin haftasında Veli Koca Mustafa’yı çağırttı: “Di bakalım, muhabbet ummanında kaç kulaç derine indin? İlk evvelâ ne yapmak murad. edersin?” diye sordu. Mustafa, durgun süzük yüzünde şebnemler gibi berraklaşmış mavi gözlerini duvann yüksekçe bir yerine asılmış talik yazıya dikmiş dalgın duruyordu. Bu Kur‘ân’dan bir âyetti ki, Cennet bahçelerinde akan sulardan bahsediyordu. Delikanlı dedesine döndü. Çok düşünmüş, kararlara varmış, bu kararları sıraya, koymuş bir insanın tereddütsüz sükûnetiyle cevap verdi: “İzniniz olursa evvelâ kendime aid malımdan bir miktarını aşkımın kudsiyetine hürmeten hayrata sarfetmek isterim. Hanedanımızın vakfı olan Sigetvar misafirhanesi tamir ve ihya edilmek gerekir. İstolniden konağımıza kadar yolda su yok. Ahlattempe ayağından bir çeşme yaptırmağa niyet ederim. Gazi Rüstem baba dergâhına gümüş, şamdan, buhurdan gülabdan adadım. Sadaka dağıtacağım, kurban keseceğim, günü gelince aşkımı anarak rüstemâne cenk edeceğim. ”
Veli Koca, ak kıllı kaşlarını gözleri üzerine sayvan gibi çatarak delikanlıyı denemeye devam etti. “Yani demek istiyorsun ki… Ödenecek bir şükran borcu var. “Mustafa, süzük ve mahzun duruşunda kalarak tane tane cevap döküyordu. “Evet Koca Ağam. İnsanın gönlüne Tanrı makamından kopmuş bir nur düşerse o kişi emsaline karşı yükselmiş olur. En çok seven en büyük işleri başarmak borcundadır. Şöyle M: Âşık olan zaten alacağını almıştır, artık bir şey isteyemez, burdan geri o verecektir, hep o verecektir.”
Veli Koca, kemikli parmaklarını havaya dikip büyük hoşnudluk ve hayır dua zamanlarında yaptığı gibi Mustafa’ya Sipahi! diye seslendi. “Haydi sipahi git mübarek mürşidinin yanma, berhüdar ol. Seni gene çağırtırım.”
(Ciğerdelen, 1974, s. 67-69)
Yukarıda tanıdığımız roman kahramanlarından Mustafa Durakça ile Veli Koca’nın da, ön safı tuttukları aşağıdaki bölümde ise, Nemse (Macar) serhaddinde, bu iki milletin karşılıklı dost ve düşman ilişkileri ve yoldaki töreleri anlatılmaktadır.
‘Sarı Sipahiler” denilen zeamet sahibi uç beyleri Koca Turhan Bey’den onun oğlu Veli Bey’e, onun oğlu (şehit) Sinan Bey’e ve Mastafa Durakça’ya doğru, âdeta bir sülâle teşkil ediyorlar. Bu bölümde, Dede Korkut’taki Oğuz beylerinin cenge gelişlerini andıran ifadelere de rastlanılıyor.
Bu arada Veli Koca’nın Osmanlı devletine, bir iman değerinde bağlılığı, cenk ve eğlence töreleri, tarih terimlerine ve serhat ağızlarına dayanılarak, dindar ve tarikat ehli bir sanatkârın kalemiyle anlatılmaktadır
“…Koca Turhan Bey, onun oğlu Veli Bey, onun oğlu Sinan Bey hep gelip besmeleyle ayak bastılar. Onların ham ipek misali san bıyıklarını, yaldızlı kumral kirpiklerini, yakışıklı cüsselerini öven civar köyler reayası, Turhan Bey hanedanına “San Sipahiler” diye ad taktı. Serhatlerde kâh düşmanlarla dal satır olan, kâh onlarla uzlaşıp sınır kardeşi diye tatlı geçinmesini bilen San Sipahiler, yurtlarına kavi yerleştiler. Boyunlasına aldıkları iş, serhat bekçiliği, kolay değildi. Gazalarda yüzlerce atlıyı ve ‘‘sülâlemize nam olsun” kendi hesaplarına tutulmuş ve donatılmış nice gönüllüyü ardlarına katıp kargı mızrak tüfekleri dikip bayraklarını açarak Budin Beylerbeyinin emrine seyirtirlerdi. Ba olsun” kendi hesaplarına tutulmuş ve donatılmış nice gönüllüyü ardlarına katıp kargı mızrak tüfekleri dikip bayraklarını açarak Budin Beylerbeyinin emrine seyirtirlerdi. Banş zamanında bile sulh zamanında bile kâfirle ufaktan ufağa tutuşup elleşmeler eksik değildi. Yağma yüzünden, kız kaçırma belâsından, hatta bazen durup dururken meydan okuma sevdasından, Şanlı Macar beyleri, palankalarının meşalelerle bezenmiş taş saraylarında kalpakları yıkıp doluları fazlaca çektikleri geceler aşka gelirler, kanlan kaynar. “Kalkın, Türk’ü er meydanına çağıralım. Kimi istesek, acaba, hangisi en zorlu yiğit: Sarı Sipahilerini, Atlı Beyzadeler mi?, Eğrili Behlûzâdelermi?” diye köpürüp taşarlardı. O saat Türk’e haber salınır, zaman mekân tayin edilir, yüzyüze buluşup bazen iş azıyarak beyzadelerin kılıç söyleşmesini geçer, geride gözü kızan maiyet de araya karışıp doya doya dövüşüldükten sonra kinler yatışır, serencam sazlarda, destanlarda tatlı tatlı çınlayarak karar kılardı.
San Sipahiler, düşmanla olagelen (harbe ucu) cilvelerini sarpa sardırmadan sırası geldikçe de er meydanında direnip asla aşağı koymadan zeameti çekip çevirmesini, serhadde karakol gözetmesini bildiler. Şahinkonağın dört bir çevresinde bekçi kuleleri uzakla olsun” kendi hesaplarına tutulmuş ve donatılmış nice gönüllüyü ardlarına katıp kargı mızrak tüfekleri dikip bayraklarını açarak Budin Beylerbeyinin emrine seyirtirlerdi. Banş zamanında bile kollar, kırmızı ve yeşil kalpaklı, sıkma deri çakşırlı, Macar kılıklı, her dilden söyleşir gözü pek gaziler tâ Beç’e, Prag’a kadar uzanarak düşmanın niyetinden serhadde tez haber ulaştırırlardı. Amma tetikte durmak başka, komşuluk hakkı o da başka. San Sipahiler daha dün çarpıştıkları Maçan bugün misafir ederek başüstünde taşırlar, onlara Türk marifetleri güreşler, cirit oyunları gösterirler, kuzu, helva ziyafetleri verirler, türlü yağlıklar, işlemeli çevreler armağan edip dönüşte davullar nekkareler çaldırarak at üstünde sınıra kadar geçirirlerdi. Macarlar, Türk kahramanlığından, Türk civanmertliğinden geri kalmak istemedikleri için serhadde, memleketin başka hiçbir yerinde görülmeyen ince erkân türedi. Dili, dini ayrı ayrı iki millet, arasız boğuşmalar sırasında kâh o toprakta, kâh bu toprakta kalan şehit mezarlıklarına ihtiram gösterdiler. Hayvanlara çiğnetmemek için kabristan etrafına sınır kestiler, evliya sandukalarına dokunmadılar. Birçok gazalarda birbirine kılıç sallayarak tekrar tekrar boy ölçüşen iki muhasım, gün geliyor, gani gönülle el tutuşup kokuşuyor, “Benim ecelim senden, seninki benden olmasın, “diyor ve cenkte karşı karşıya düştükleri zaman selâm verip başka tarafa at tepiyorladı. Bu görenekleri bilmeyen diğer Türk askeri: “Bre kardaş ne yaptın, kâfire kelle mi bağışlarsın?” dedikçe serhatliler lâfa karışıp çağrışıyorlardı: “Bizim alay beyi o kaplanla dövüşmez, onlar smır kardeşi oldular.”
-Böyle yüce bir hayat içinde San Sipahiler gaza, karakolculuk, memleket idaresi, ziraat, sürü yetiştirme, maden ocağı işletme gibi çeşitli kişilerin hepsini hakkıyle başararak Emirleri, Hanları kıskandıracak bir ömür sürdüler. Turhan Beyle torunu Sinan Bey (Ciğerdelen) yakasında şehit düştüler. Veli Bey, oğlu Sinan’dan sonra daha çokyaşadı. Sinan’ın oğlu Mustafa Durakça’yı terbiye etti, büyüttü. Mustafa yirmi yaşma geldiği vakit Veli Bey yetmişini geçmiş, artık cenge girmekten ayak çekmişti. Kendisine şimdi “Veli Koca” deniliyor.
Her zaman cenklerde dört beş yüz atlısı ile inip binen, kon up göçen saltanatlı Veli Koca, başvezire bir ân evvel ulaşmak için yanma beş on cirit atlı alıp kartel yuvalı, yaban keçisi yollu, uçurumlu gökdelen kayalı, sarp Balkanları aşarak Edirne’de huzura varıp el bağladığı zaman serdar ayağa kalkıp:
– Gel benim serhatler aslanı yüce Kocam, dedi, işte gene tuğlarımız çıktı. Hemen karlar alaca olunca Nemse seferine at bağlarız. Biz banşa nice rağbet etsek kâ&r tek durmaz. Uzlaşma yer ile gök farkı kadar uzaktır. Aramıza gene kılıç düştü. İçime doğan bu sefer Nemselilerle davamız tamam görülecek, savaş belki yıllar sürecek. Öyle bir cenk olacak ki, ya bizim ülkede ya onların diyarında baykuşlar öte!” (Ciğerdelen, 1974, s. 56-57)
KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL
Yorumlar kapalı.