Petrus Abelardus kimdir? Hayatı ve eserleri: Abelardus (1079-1142) erken Skolastiğin, Aziz Anselmus’un inanç-akıl ilişkisi bağlamında gerçekleştirmiş olduğu, Yüksek Skolastiği adeta haber veren ilk sentezini bu kez tümeller konusunda hayata geçiren ve böylelikle de 13. yüzyılın büyük sentezine giden yolda önemli açılımlar sağlamış olan Ortaçağ Hıristiyan filozofudur. O, kavramcılığıyla sadece büyük sentezin önünü açmış olduğu için değil fakat dikkatleri bu dünyaya çekme yolunda önemli bir adım atarak Ockhamlı William’a çıkacak yoldaki engelleri ortadan kaldırmış olduğu için de Ortaçağ düşüncesinin en kritik eşiğini meydana getiren kişidir. Tümeller konusunda kendisine intikal eden Porphyros ve Boethius metinlerini satır satır ve sözcük sözcük analiz etmek suretiyle Skolastik yöntemin bir prototipini veren Abelardus’un önemi, ikinci olarak, onun Hıristiyan dogmalarını açıklamada mantıksal teknikleri kullanma yönündeki en etkili teşebbüslerden birinin sahibi olmasından kaynaklanır. O, üçüncü olarak Hıristiyan Ortaçağı’nın etik anlayışında, 14. yüzyılın iradeciliğini önceleyen niyet etiğiyle önem taşır.
(a) İnanç-Akıl İlişkisine Dair Görüşleri
Esas Aziz Anselmus’un başlattığı “anlamaya çalışan iman” geleneği içinde yer alan Abelardus, güçlü diyalektikçi veya mantıkçı kimliğiyle bu geleneğin güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Buna göre, o da inancın dogmalarını, Kilisenin otoritesini apaçık bir veri olarak ve tartışmasız bir biçimde kabul eder. Yani, Hıristiyan öğretiye bütün kalbiyle bağlanan, Kilisenin otoritesine asla başkaldırmayan Abelardus, modern anlamda bir rasyonalist değildir. Hatta o, bir filozof olmayı bile reddeder. Şu halde, onun için de Hıristiyan inancı temeldir ve vahiy önce gelir.
Aklı Hıristiyan öğretiyi çarpıtmak, onun yanlışlığını göstermek için değil fakat vahyedilen hakikati açımlamak, açıklamak ve hatta doğrulamak için kullanmak isteyen Abelardus aynı gelenek içinde yer alan Anselmus’tan, imandan sonra gelen diskürsif düşünceyi tamamlayıcı bir unsur olarak sezgiye veya entelektüel görüye sahip olmaması ve çok daha güçlü bir mantıkçı ya da diyalektikçi olması açısından farklılık gösterir. Abelardus’ta vahyedilen hakikat ya da geleneksel dogmalar, bu yüzden diyalektiğin ya da aklın ölçülerine daha uygun düşen bir ifade kazanmaya başlar. Ona göre, sözcüklerin, terimlerin ve yöntemlerin hakikati tam bir sadakatle ifade etmeleri özelliğinin bir sonucu olarak, spekülasyonların usta diyalektikçiler tarafından kullanılan sözcük ve terimlere uygun olmaları gerekir. Bundan dolayı, dini hakikatlerin teolojik ifadesi de diyalektiğe uymalıdır; vahyolunan hakikatin anlaşılır kılınması veya imanın gizleriyle ilgili bir açıklama ya da tartışma ancak bu sayede mümkün olabilir.
İnancın doğruları veya imanın dogmaları Abelardus için şu halde, sonsuz derinlikteki kuyular, nurlarla dolu doğaüstü hakikatin kelamdaki yansımaları değildir. Bu dogmalar daha ziyade, Hıristiyan filozofa, onun aklını ve dolayısıyla, başka hiçbir yasayı değil de mantık ve gramerin yasalarını kullanarak anlaşılır hale getirmesi için aktarılmış önermeler veya gönderilmiş olgulardır. O işte bu amaçla, Hıristiyan dogmalarını anlaşılır hale getirmek, kutsal metinlerden doğan problemlere rasyonel bir çözüm sağlamak üzere, bu metinlerde geçen önermeler ve argümanlar üzerinde yoğun çalışmalar yapmıştır. Ona göre, bir mantıkçı ya da filozofun ilk işi, argümanın içeriğinden ziyade, formu üzerinde yoğunlaşmaktır. Ona düşen öncelikle argümanların geçerli mi geçersiz mi, önermelerin doğru mu yanlış mı olduklarına karar vermektir. Zira diyalektik esas doğrulukla yanlışlık arasındaki farklılığı söyleyebilmenin bir yoludur. Bundan dolayı, Abelardus’un mantığı öncelikle önermelerin doğruluk ya da yanlışlığı ile ilgilidir; söz konusu mantık bundan sonra bir önerme tarafından ifade olunan şeyin gerçekten de vakıa olup olmadığına bakar. Böyle bir araştırma ise Abelardus’un bakış açısından, bir yandan tasım kurallarına ve biçimlerine ilişkin bir çalışmayı olduğu kadar, gramer ve sentaksla ilgili bir araştırmayı, diğer yandan da Porphyros’un beş tümeli ve Aristoteles’in on kategorisiyle ilgili bir incelemeyi ihtiva etmek durumundadır.
Dilde ve insani iletişimdeki en temel öğe sözcüktür: Sözcükler dinleyicinin ya da okuyucunun zihninde düşüncelerin doğuşuna neden oldukları gibi, bir şeye de gönderme yaparlar. Fakat bir şeyin bir dilde ifade edilebilmesi ve ona bir isim verilebilmesi için her şeyden önce onun ne olduğuyla ilgili bir düşüncenin bulunması gerekir. Aynı şey önermeler için de geçerlidir: Onlar da şeylerle ilgili olup, bu şeylerle ilgili düşüncelere yol açarlar. Demek ki dil ile gerçeklik arasında her zaman bir ide veya düşünce ya da başka türlü söylendiğinde bir anlamayla anlam bulunur. Önermelerin, Abelardus’a göre, bir anlam ifade edebilmeleri için onlarda bir yüklemin bulunması veya “Sokrates bir insandır” örneğinde olduğu gibi, bir özne-yüklem ilişkisinin söz konusu olması gerekir. Abelardus’un mantık araştırmalarını yoğunlaştıran ve onu meşhur “tümeller problemi”inin tam içine sokan husus da zaten budur. “Sokrates bir insandır” önermesi, her ne kadar gramatikal olarak doğru olsa ve anlam bakımından da doğru gibi görünse de güçlük “dır”la ifade olunan bağlacın işlevinden kaynaklanır.
Acaba cümle özneyle yüklem arasında öz bakımından bir özdeşliği mi göstermektedir, yoksa “insan” terimi “Sokrates” bireyinde mevcut olan evrensel bir öz ya da doğanın yerini mi tutmaktadır?
(b) Tümellerle ilgili Görüşü
Bir filozof olarak Abelardus’un felsefeye ve Ortaçağ düşüncesine olan en önemli katkısı, öyle sanılır ki tümeller problemine getirdiği çözümden, problemi ontolojik bir problem olmaktan büyük ölçüde çıkartarak, yukarıda olduğu gibi, mantıksal ve epistemolojik bir problem haline getirmesinden ve böylelikle de via moderna yolunu açmasından meydana gelmektedir.
Abelardus, tümeller tartışmasına önce eleştirilerle, Porphyros ve Boethius’tan kalan metinleri okuyarak girer. Eleştirilerin ardından, konuya psikolojik bir yaklaşım benimsenerek yaklaşılması gerektiğinde ısrarlı olur Ona göre, zihindeki genel kavramlara dış gerçeklikte neyin karşılık geldiği sorusuna bir yanıt getirmek amacıyla şeylerin kendilerine gitmek yerine, işe kavramların kendilerinden, kavramları ifade eden sözcüklerden başlamak ve zihindeki bu kavramların nasıl oluştuğunu görmeye çalışmak gerekir. Problem, mahiyeti biraz değişmiş olsa da son çözümlemede yine aynı problemdir. Yani, burada söz konusu olan problem, düşünceyle gerçeklik arasında nasıl bir ilişki bulunduğu sorusuyla ilgili olan epistemolojik bir problemdir.
Buna göre, genel kavramlara karşılık gelen tümellerin gerçeklikte var olup olmadıklarını bilmesek bile, genel kavramlarımızın ve genel terim ya da sözcüklerin var olduğu herkes için açıktır. Abelardus, genel bir sözcüğü, bir cins ismi, insan isminde olduğu gibi, tek tek insanlardan oluşan bir çokluğa genel bir uzlaşımın sonucu olarak yüklenmeye uygun bir yapıda olan bir sözcük, buna karşın tekil bir sözcük ya da bir özel ismi, yalnızca bir kişiye, salt tek bir kimsenin ismi olarak görüldüğünde, örneğin Sokrates’e yüklenebilir olan bir sözcük diye tanımlar. Sokrates ismiyle adlandırılan bir kimse gerçekten de var olduğu için özel isimlerde hiçbir güçlük söz konusu olmaz. Fakat insan cins ismiyle, genel insan sözcüğüyle adlandırılan genel bir yapı, tümel bir varlık olmadığı için genel sözcüklerle ilgili olarak ortaya bir güçlük çıkar. Abelardus’a göre, nominalizmi doğuran, nominalistleri genel sözcüklerin, cins isimlerin tam olarak karşılık geldikleri ya da gösterdikleri, tek ve ayrı hiçbir şey bulunmadığı sonucuna götüren de işte bu güçlüktür.
Abelardus, nominalistlerle birlikte, genel kavram ya da sözcüklerin gösterdikleri ya da karşılık geldikleri hiçbir tek şey bulunmadığını ve var olan her şeyin bireylerden ibaret olduğunu kabul etse de buradan genel sözcüklerin anlamdan yoksun olduğu sonucunun hiçbir şekilde çıkmadığını öne sürer. Güçlük, ona göre, insan zihninin soyutlama yapma, soyutlamalar oluşturma gücüne sahip bulunduğunu kabul etmekle çözülür. İnsan zihni yalnızca bireylerin, örneğin Platon’un ve Sokrates’in kavramlarına sahip olmakla kalmaz fakat bu bireylerin çeşitli yönlerine ilişkin genel fikir ve kavramlara ulaşır. Başka bir deyişle, çok sayıda birey benzer parça ya da yönlere sahip olduğundan, bu benzer parça ya da yönler, içi boş olmayan, anlamlı bir genel kavram için sağlam bir temel meydana getirirler. Bu açıdan bakıldığında, Sokrates kavramıyla Platon kavramına ek olarak, genel insan kavramına ulaşırız. O, insan genel kavramının da tıpkı birinciler gibi, doğrudan doğruya Sokrates’e ve Platon’a ilişkin algıdan türetildiğini savunmuştur, şu farklı ki genel kavramın oluşumu biraz daha karmaşıktır. Abelardus’a göre, biz bireyden, örneğin Sokrates’in somut bireyselliğinden akıllılığı ve hayvanlığı soyutlayabiliriz.
Platon, Aristoteles ve başka birçok insan daha söz konusu olduğu zaman da aynı şeyi yaparız. İnsan genel kavramı ya da tümeline işte bu şekilde, yani Sokrates, Platon, Aristoteles ve başka insanların bu yönleri üzerinde yoğunlaşmak suretiyle ulaşırız. Buradan da anlaşılacağı üzere, Abelardus’a göre, tümeller, genel kavramlar, realistlerin öne sürdükleri gibi, zihinden bağımsız özlere, ayrı genel nesnelere karşılık gelmemekle birlikte, nominalistlerin öne sürdükleri gibi salt ağızdan çıkan boş sözler de değildirler.
Buna göre, cinsler ve türler somut bir biçimde var olan şeyler olmayıp, daha çok şeylerin, zihnin bu şeylerin benzerliklerini karşılaştırarak soyutlayıp tümel kavramlarda ifade ettiği, formlarıdır. Tümeller, cins ve türler soyut ya da teorik açıdan değerlendirildiklerinde, onların zihnin dışında, zihin dışı gerçeklikte tümeller olarak var olan şeyler olmadıkları için zihinsel yapımlar olarak görülmeleri gerekir; fakat söz konusu yapımlar, var olan bireylerin karşılaştırılmaları sonucunda gerçekleştirilen soyutlamalar oldukları için onların, genel kavramların nesnel bir temel ve gönderim veya referanstan yoksun oldukları söylenemez.
(c) Etiği
Abelardus’un etik anlayışı doğallıkla dini ve teolojik olarak temellenen bir etik görüşüdür. Bununla birlikte, onun etik anlayışı Ortaçağın diğer etik teorilerinden önemli bir farklılık gösterir. Pek çok görüşün ahlaki eylemin iyiliğini sadece Tanrı tarafından konulmuş yasaya veya ilahi emirlere uygunluğuna bağladığı yerde, Abelardus ahlaki iyiliği failin niyetine ve iradesine bağlar. O, ahlaklılığın eylem ve eylemlerin sonuçlarından ziyade, kişinin içsel yaşantısıyla, tinsel saflığıyla veya niyetleriyle ilgili olduğunu düşünür.
Skolastik ahlak teolojisinin önemli kurucularından biri olan Abelardus, gerçekten de ahlaki iyiliği bir eylemin Tanrı tarafından konan yasaya uygunluğuna bağlayan ve günahı ilahi yasanın ihlâli olarak yorumlayan Ortodoks görüşe karşı çıkarak, iyiliği failin niyet ve iradesine bağlarken, 14. yüzyılın, Tanrıda olduğu gibi insanda da gerçek iyinin özgür seçime bağlı olduğunu bildiren iradeciliğine çok yaklaşır. Gerçekten de onun etik görüşünde niyet her şeydir. Niyet, ona göre, en kötü eylemleri bile bağışlatabilirken, gerçekte en masum, en kolay eylemleri ahlaki bir kötülük, hatta bir günah haline getirebilir. Örneğin oburluk veya abartılı giyim kuşam kendi içlerinde bağışlanabilir kusurlardır, zira insan bu hatalara ahlaki sonuçlarının hiç farkında olmadan düşebilir. Fakat insan bilerek ihtiyacı olandan fazlasını yer veya gösteriş yapmak adına, kibrinin bir parçası olarak, yani isteyerek mübalağalı giyinir, takıp takıştırırsa, bu sadece ahlaken yanlış olmakla kalmaz, bütünüyle günah olur.
Niyetin özünde bulunduğu ahlaklılığa ilgisiz olan şey, Abelardus’a göre, sadece sonuçlar değildir; etik alanının eylem alanıyla asla örtüşmediğini savunan Abelardus için sonuçları doğuran eylemler de doğal olarak ahlaklılığa ilgisiz olmak durumundadır. Ona göre, haz bile ahlaklılığa yabancı olmak durumundadır; ruhu sakatlayan hazlardan hiçbiri ahlaken kötü değildir. Hatta Abelardus arzuları bile mahkûm etmez. O, müminlere her ne kadar onların şehevi duygulara yenik düşmemeleri emredilmiş olmakla birlikte, bu duygulara sahip olmakta herhangi bir mahzur ya da kötülük olmadığını söyler.
Yine, bir birey kendi iradesine aykırı olarak eylemeye zorlanabilir ya da kişi kendisine haz verecek bir eylemde bulunabilir fakat Abelardus’a göre, bireyin her iki durumda da ahlaki bir yanlış içinde olduğu söylenemez. Çünkü onun gözünde kötü olan biricik şey, “kötü ve olumsuz olana rıza göstermek, uygunsuz olanı tasdik etmek” diye tanımlanan kötü niyettir.
Abelardus evrensel olduğuna inandığı niyet ölçütünü, insanlara olduğu kadar, Tanrıya da uygular. Tanrı da ona göre, iradesiyle yargılanmak durumundadır. O, bizim dünyevi ölçütlerimize göre, en iyi durumda uygunsuz, en kötü halde de yanlış ve suç olan bir şeyi emretmenin bile Tanrı için bir tutarsızlık veya ahlaki bir yanlış olmadığı inancındadır. Nitekim Tanrının İbrahim’e oğlu İsmail’i kendisine kurban etmesini emretmesi, burada İbrahim’in bir örnek olacak itaatini sınama iradesiyle hareket ettiği için kötü ve tutarsız bir hareket tarzı olarak görülemez.
Ahlaklılığı özde niyete indirgeyen, ahlaki değerleri insanları iyi ya da kötü eylemlere eğilimli hale getiren zihni meziyet ya da kusurlara bağlayan Abelardus’u esas ilgilendiren şey, ahlaki yanlış, suç veya kötülüğün dini bir çerçeve içindeki en yüksek tezahürü olan günah olmuştur. Ona göre, ahlaklılık her ne kadar bütünüyle niyete bağlı olsa da günah güçsüz bellek, kızgınlık, bilgisizlik, hırs veya akli düşüncede zaaf benzeri entelektüel eksiklik ve lükse düşkünlük gösterme, maddeye bağlanma benzeri bedensel bir eğilime eşitlenemez. Bu türden kusur, bozukluk, eğilim veya yetersizlikler, sadece ahlaklılık mücadelesine yol açan malzemeyi veya koşulları oluşturur. İnsanların günah işleyip işlememeleri kötülük ya da olumsuzluklara, dünyevi istek ve arzulara karşı verilecek mücadelenin sonucuyla ilgili bir konu olmak durumundadır.
Başka bir deyişle, arzular ve ete duyulan şehevi istek ahlaklılık mücadelesinin, Abelardus’a göre, temel dayanağını veya malzemesini meydana getirir. Kişi kendisini bu istek ve arzuların insafına mı bırakmalı, yoksa onları mutlak denetimi altına mı almalıdır? Bir insanın bu soruya vereceği cevap, onun ahlaklı olup olmadığını, günah işleyip işlemediğini belirleyen en önemli ölçüttür. Günah sadece kişi kendisini cinsel arzuya bıraktığı, ona rıza gösterdiği, onu bütünüyle olumladığı zaman ortaya çıkar: Abelardus, şehevi duyguların, cinsel arzuların son derece doğal olduklarını düşünür; onlar her zaman bizimle olup, bizim insani zayıflığımızın bir parçasıdırlar; bununla birlikte, şehevi duygunun, cinsel arzunun sadece veya bizzat kendisi bizi günaha mahkûm etmez. Ahlaklılık dediğimiz şey, gerçekte söz konusu arzulara karşı verdiğimiz bu mücadeleden başka bir şey değildir. Şehevi arzular üzerinde kazanılacak mutlak hâkimiyet, ona göre, insan varlıkların kazanabilecekleri en büyük zaferdir.
Ahlaklılığı şimdiye kadar eylemin gerisindeki niyetle ve arzular üzerinde kurulacak bir hâkimiyetle belirlenen bir mücadele olarak olumsuz bir biçimde tanımlayan Abelardus, ahlaklılığın nihai amacını, insanın en yüksek hedefini, gerçek iyiyi önce mutluluk olarak tanımlar: Sonra da mutluluk tanımında, sahip bulunduğu Hıristiyan dünya görüşüne uygun olarak bir tadilat yapar ve onu ebedi saadet diye ifade etmeye başlar. Söz konusu ebedi saadete ise erdemli bir yaşayışla erişilebileceğini öne sürer. İnsan, ona göre, erdem aracılığıyla en yüce iyiye, sonsuz mutluluğa, ebedi saadete ulaşır; kusurlara boyun eğmekle de günah işler ve sürekli bir cezalandırılmaya maruz kalır: Peki ya erdem, erdemli yaşayış nedir? Abelardus erdemi iki bakımından, yani hem insan ruhunun iyi yönelim ya da meziyetleri, insanın manevi yapısının iyi yanları olarak ve hem de insana ilişkin en yüce iyinin aracı olarak; yani ahlaklılığın hem önkoşulu ve hem de temel yolu olarak ele alır; ve sadece kendi kültürüne değil fakat tarihsel art alanına da bağlı kalarak, erdemleri belli başlıklar altında toplar. İlk sırada gelen erdem, bütün erdemlerin bir değişiklikle kendisinden çıktığı ve bir benzerini sonradan Aquinalı Thomas’ın teolojik erdemleri arasında göreceğimiz basiret erdemidir:
Sonra gelen erdem ise ahlaki failin başka birey ve nesnelerle, kutsal olan ve olmayan kişilerle olan bağını belirleyen bir erdem olarak ve kendini aşabilen, başkalarını da en az kendisi kadar, hatta yeri geldiğinde kendisinden de çok düşünen insanların hayata geçirebilecekleri tinsel bir yönelim, her şeye ve herkese layık olduğu yeri ve değeri verme diye tanımlanan bir erdem olarak adalettir. O kendi içinde saygı, yardımseverlik, hakseverlik ve cezalandırma diye dörde ayrılan temel erdem olarak adaletin, cesaret ve sabırdan oluşan güç ve ölçülülükle tamamlandığını öne sürer. Ona göre, bütün bu erdemler arasında içten bir bağ vardır; biri ötekini mutlaka gerekli kılar. Adil olmadan güçlü ve ölçülü olunamaz, öte yandan da ancak güçlü ve ölçülü insan adil olabilir. Yine, erdemli olabilmek için basirete ihtiyaç bulunmaktadır. İşte bütün bu erdemler, Abelardus’a göre, Tanrının bu yönde bir değerlendirme yapması, böyle takdir etmesi koşuluyla, ahiret hayatında en yüce iyiyi, ebedi saadeti sağlayacaklardır. Ama unutulmamalıdır ki son söz yine Tanrınındır. İnsanın elinde olan ruhunun iyi yanlarını, güzel meziyetlerini hayata geçirmek, erdemlerini ruhunda bütünüyle hâkim kılmak ve iyi niyetli olmaktır. Basiretli, adil, güçlü, ölçülü insanın iradesi baştan çıkmış, niyeti kötü olabilir mi? Böyle biri Tanrının istediklerinin dışına çıkabilir mi? Çünkü Tanrı en yüce iyi olarak, hep iyiyi ister. Erdemli bir insan Tanrıyı hakir görebilir mi, O’nu görmezden gelebilir mi? Dolayısıyla da günah işleyebilir mi? Tek sözcükle, “hayır”. O halde, erdemli bir insanın ebedi saadete ulaşması artık imkân dahilindedir. Ahlakın içsel boyutu (manevi hayat, iyi irade, iyi niyet) ile dışsal görünüşü (eylemler) arasında, daha önce olmayan bir bağ artık kurulmuş olur.
Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci
Petrus Abaelardus kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (1079-1142) Fransız tanrıbilimci ve bilge. Platon ve Aristoteles felsefelerine dayanarak Hıristiyan düşüncesine, us ilkelerinden kaynaklanan yeni bir yorum getirmiştir.
Nantes dolaylarında Palais’de doğdu, St. Marcel’ de öldü. Soylu bir aileden gelen, asker ocağından yetişen, bilimi, yazını seven bir babanın en büyük çocuğuydu. Babasının etkisiyle, daha küçük yaşlarında, bilime karşı büyük bir ilgi duymuştur. Çağın ünlü filozofu, adçılık (nominalizm) çığırının öncüsü Roscelinus’dan öğrenim görmüş, sonra Paris’e giderek, o dönemin en ünlü tartışmacısı, ChampeauxTu Guillaume’un öğrencisi olmuştur. Guillaume ile arasında çıkan görüş ayrılığı nedeniyle önce Melun’da sonra Corbeil’de bir okul açmış, bir süre sonra Paris’e dönmüştür. Daha 22 yaşında bilgisinin genişliği, konuşmalarının etkisi, yönteminin sağlamlığı ile büyük bir ilgi uyandırmıştı. Ününün doruğuna ulaştığı bir dönemde papaz Fulbert’in yeğeni Heloise ile arasında geçen gönül serüveni onu yazın tarihinde birçok yapıta konu olan acıklı sona götürdü. Olaya öfkelenen Fulbert’in tuzağa düşürüp hadım ettirdiği Abaelardus, Saint-Denis Manastırı’na kapanmış, Heloise ise bir daha çıkmamak üzere Argenteuil’de rahibe olmuştur.
Manastırda kendi içine kapanan Abaelardus De Unitate et Trinitate Divina adlı kitabını yazınca kilisenin afarozuna uğradı; kilisenin baskısı sonucu kitabını kendi eliyle yaktı (1122). Noget-Sur Seine’de Üçleme ve Kutsal Ruh’a adadığı küçük bir tapınak yaptırıp bir süre sonra Heloise’e bıraktı. Bernard de Clairvaux onu çapkınlıkla suçlayıp yargılatınca Cluny Manastırı’nda Petrus Venerabilis’e sığındı; bir süre daha çalışmalarını sürdürdükten sonra öldü.
Abaelardus, felsefeye, çağının yaygın bir geleneğine uyarak kavramların yorumuyla girer. Kavramların yorumu da Platon ve Aristoteles felsefelerinin Hıristiyan inançlarıyla uzlaştırılması çabasından kaynaklanır. Kavramlar tümel ve tikel olmak üzere ikiye ayrılır. Tümel kavramlar, belli bir varlık alanının bütününü kapsayan türler ve nitelikler gibi genel geçerlik taşıyan kavramlardır. Tikel olanlar ise, bir türün ya da bir varlık alanının bütününü değil de belli bireylerini içeren kavramlardır. Bu iki kavram türü gerek geçerlilik, gerekse içerik bakımından birbirlerinin karşıtıdır. Felsefenin konusu tümellerle tikellerin bilgisidir. Felsefe kavramı altında toplanan bütün bilgilerin kaynağı bu tümellerle tikeller arasında, us ilkelerine göre kurulan bağlantıdır. Abaelardus’a göre, tümeller, bireysel olanda, tikelde vardır. Bu bakımdan gerçek olan tikeldir. Tümeller tikellerden türemiştir. Tikelin dışında tümel ancak bir kavram olarak bulunabilir. Bireyde yani tikel olanda tümelin varlığı bir öz olarak değil bu bireyin durumu olarak söz konusudur. Tikeller bildiğimiz gerçek nesnelerdir. Tümel kavramlar bu tek tek nesnelerdedir (universelia sunt in re). Bunlar, genellikle nesnelerin özleriyle bağlantılı biçimler (formae), bu nesnelerin durumlarıdır (status).
Abaelardus’a göre tümellerin tanrısal varlıklar olduğu görüşü doğru değildir. Anselmus, Champeaux’ lu Guillaume. gibi bilgelerin tümelleri tikelden önce gelen, gerçek ve genel varlık olarak yorumlamaları gerçeğe aykırıdır. Bu düşünürlerdeki Universalia sunt ante rem savı, kavramlara dayanan ve gerçek birer varlık olan tikelleri, nesneleri dışlayan bir görüştür. Bu nedenle sorunun çözümüne elverişli değildir. Abaelardus’un tek tek nesneleri (individuum) gerçek sayarak temel kavramları (universalia) onlardan türetmesi Roscelinus’un başlattığı adçılık akımının yumuşatılmış bir biçimi olan kavramcılıktır (conceptua-lism).
Abaelardus’a göre Yunan felsefesi, töre bakımın-dan, İsrail’in Kutsal Kitap’ından daha üstündür. Us ilkelerine dayanan bir töre anlayışı, kapsamı içine giren bütün eylemler için doğrudur, geçerlidir. Bu nedenle Hıristiyanhk’ın ortaya çıkışından önce yaşamış kimseleri, incil’i bilmiyorlar veya İsa’yı tanımadılar diye inançsız say arak, suçlamak doğru değildir. İncil bir töre yasasının yeniden düzenlenmesinden öte bir anlam taşımaz. Töre ilkeleri, gerçekte, insanın yaşadığı sürece uyma gereğinde kaldığı davranışlar bütünüdür.
İnanç konularında, araştırmalarda olduğu gibi, öze inme ve özde yatan değeri kavrama gereği vardır.
İnceden inceye düşünmeden, ayrıntılara inen araştırmalara girişmeden, inanmak yeterli değildir. İnancın da us ilkelerine dayanması gerekir. Karşılaştırmadan, bir inceleme yapmadan inanmak, doyurucu olmadığı gibi, güven verici de değildir. Öte yandan inanmanın yalnız düşünce evreninde kalmaması, eylemlerde de, davranışlarda da etkisini göstermesi gerekir. Abaelardus, inançla töreye dayanan eylemi uzlaştırma konusunda Aristoteles eriğinin genel kurallarına uymuştur.
Gerçek, iki türlüymüş gibi görünürse de, birdir. Tanrı’nın bildirdiği (vahy ile gelen) gerçekle, usun kurallarına uyan, kaynağını usta bulan gerçek özdeştir. Us kurallarına uymayan gerçek Tanrı’nın bildirdiğine de uymaz. Bu nedenle gerçeği iki ayrı varlık diye düşünmek yersizdir.
Tanrı, en yüksek aşamada bulunan en olgun ve yetkin, yüce, bütün eksikliklerden arınmış, kendi kendine yeten, yaratıcı varlıktır. Onun bütün eylemleri kendi varlığıyla bağlantılı olduğundan, gereklidir. Yapılması iyi olan bir işin yapılmaması, karşıtını içerdiğinden, kötüdür. Bu nedenle yapılması gerekenin yapılmaması tanrısal nitelikle bağdaşamaz. Tanrı’ nın bütün eylemlerinde, kendi özü gereği bir kaçınılmazlık vardır. Öte yandan, Tanrı’nın bütün eylemlerinde tanrısal us egemendir. İnsanların, birer yaratık olarak, bütün eylemleri tanrısal istence bağlıdır. Kişi kendi davranışlarında tanrısal usun, istencin gerektirdiği doğrultunun dışına çıkamaz. Tanrı, kendi yüce bütünlüğü içinde, salt nedendir, salt diriliktir, salt devinimdir, salt varlıktır. Bütün erkimizin, istencimizin kaynağı odur. Bütün eylemlerimizin gerçek yaptırıcısı Tanrı’dır. Tanrı varolmadan olamaz, yaratmadan yapamaz. Varolmak da, yaratmak da Tanrı’nın özü gereğidir.
Bizim suç dediğimiz olay eylemin biçiminde vardır, gerçekte suç kötülüğe eğilim olmadığı gibi eylemin kendi de değildir. Suç (günah) kötü bir isteği yerine getirmek, bir tutkuyu doyurmak düşüncesiyle yapılan tasarlamadır. Tasarlamanın yerine getirilmemesi günahı ortadan kaldırmaz. Suç söz konusu olduğunda tasarlayanla yapan özdeştir.
Bütün eylemlerin yapıcısı ve nedeni Tanrı olduğuna göre, kişi, elinde olmayan, Tanrı istencine bağlı davranışlarından dolayı sorumlu tutulmaz, suçlu sayılamaz. Kötülüğe eğilim duymak kişinin uyması gereken yazgı olduğuna göre, suç (günah) değildir.
Öte yandan erdemler söz konusu olduğunda, bütün erdemler birer savaştır, bütün savaşlar da bir düşmanı dilemek, istemektir, öyleyse savaş erdemin gereksinimidir.
Yunan felsefesiyle Hıristiyanlık arasında, belli bir konu özdeşliği vardır. Yunan felsefesinde önemli bir yer tutan erk-bilgelik- iyilik üçlüsünün Hıristiyan dinindeki karşılığı, üçleme (trinitate) adı verilen Baba-Ruh-Oğul bağlantısıdır. Erk-bilgelik-iyilik, ayrıca Hıristiyanlık’ta üç tanrısal varlığın (Baba-Ruh-Oğul’un) üç niteliğini gösterir:
- a) Dilediğini yapan,
- b) Bilen,
- c) İsteyen.
Dilediğini yapan “erk”tir, gücü neye olsa yeter. Bilen, “bilgelik”, isteyen de “iyilik”tir. Üçlemede dile gelen tanrısal varlık birliğini kuran bu nitelikler inancın başlıca konusudur, üstelik us ilkelerine de aykırı değildir.
İnsan için başlıca erdem kendini bilmektir. Kendini bilmenin yolu, bilgi edinmekle ve edinilen bilgiyi aklın kurallarına uygun duruma getirmekle bulunur. Kendini bilen kişi tanrısal varlığın yüceliğini kavrama olanağı bulur.
Abaelardus’un”kendini bil” anlamına gelen Scito te Ipsum sözleriyle dile getirdiği düşüncenin kaynağı Sokrates-Platon gibi Yunan bilgelerinin, ilke edindiği felsefe anlayışıdır. Kendini bilmek, ahlakın birinci koşuludur, varlığın anlamını kavramanın da tek yoludur. Tanrı en yüce bilge, en yüce bilgin olduğundan, kişinin kendini bilmesinde tanrısal bir nitelik, kendini anlama vardır.
Yöntem bir düşünme kuralıdır, us ile tanrısal bildiriş (vahy) arasındaki bağlantıyı ve inanç sorunlarını kavranabilir duruma getirmeyi sağlar. Yöntem uygulamasında, temel ilke tanrısal bildirişin içerdiği gerçeklerdir. Tanrısal bildirişi yalnız akla dayanarak eleştirmek olumlu sonuca götürmez. Yöntemin sağlıklı çalışmasında tanrısal bildiriş ile usun bağdaşması kaçınılmazdır.
Yöntemin gerçek görevi, kilise büyüklerinin Kutsal Kitap’tan kaynaklanarak Hıristiyanlık’ın temelini oluşturan görüşleriyle Platon-Aristoteles felsefesi arasında bağlantı kurmaktır. Abaelardus, bu bağlantıyı kurabilmek için Aristoteles mantığının temel kurallarını olduğu gibi alarak, Hıristiyan ; anlayışına ve bu anlayış doğrultusunda düzenlenen sorunlara uyguladı. Böylece inanç sorunlarını ussal araştırma alanına soktu.
Abaelardus yalnız yaşadığı çağda değil, daha sonraki yüzyıllarda da etkisini sürdürmüş, Hıristiyan felsefesi alanında çalışmalara ışık tutmuştur, inanç sorunlarına getirdiği akılcı yorum, akla değer’ vermeyen, ve yalnız inaçverileriylekonularaçözüm bulmaya çalışanlara karşı sarsıcı eleştirileri yeni bir çığır açtı ve böylece Aristotelescilik’e yeni bir anlam kazandırdı. Özellikle Hıristiyanlık’ın tartışılmaz sayılan Tanrı, vahy, günah, kişisel suç, suça verilecek ceza gibi önemli sorunlarına akıl ölçüleriyle yaklaşması yeni bir bakış açısı getirmiştir. Heloise ile geçen mutsuz serüveni yüzünden, yazın alanında da geniş ilgi görmüş, birçok yapıtın konusu olmuştur.
YAPITLAR:
De Unitate et Trinitate Divina (“Birlik ve Tanrısal Üçleme Üstüne”), Scito te Ipsum (“KendiniBil”), Sic et Non (“Evet ve Hayır”) Introductio ad Theologiam (“Tanrıbilime Giriş”),Epistulae (“Mektuplar”). »
Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansklopedisi, 1. Cilt, Anadolu yayıncılık, 1983
Yorumlar kapalı.