Mevlânâ Celâleddin Rûmî kimdir? Hayatı ve Eserleri

kihaes 12/09/2021 0

Mevlânâ Celâleddin Rûmî kimdir? Hayatı ve Eserleri: (1207-1273) Belhli mutasavvıf. Yeni-Platonculuk’ tan esinlenen bir görüşle tasavvufa yeni bir yorum getirdi, Mevlevi tarikatının kurulmasına olanak sağladı. Horasan’ın Belh ilinde doğdu, sonradan göçtüğü Anadolu’da Konya’da öldü. Babası “Sultanü’l-Ulema” diye anılan Bahaeddin Veled b. Hüseyin b. Hatibi, Belh ilinin birçok bilgin yetiştirmiş ünlü ailelerindendir. Anadolu’da “Mevlânâ Celâleddin”, “Celâleddin-i Rûmî”, “Molla Hünkâr” gibi adlarla anılan Celâleddin’in yaşamı konusunda bilgi veren iki önemli kaynak vardır. Bin büyük oğlu Sultan Veled’ in yazdığı ibtıda-Nâme, öteki de Mevlevi tarikatının ünlü bilginlerinden olan Ahmed Eflâkî Dede’nin Menakıbü’l-Arifin adlı yapıtıdır. Yazılı kaynaklardan öğrenildiğine göre Celâleddin, bütün ailesiyle birlikte, daha beş yaşlarındayken 1212’de Belh’ten ayrılmış, uzun süre Suriye, Malatya, Erzincan illerinde dolaştıktan sonra, 1221’de Konya yörelerine gelmiş yerleşmiştir. İlköğrenimini, çağının ünlü bir bilgini olan, babasından gören Celâleddin, daha sonra medreseye girmiş, o dönemin öğrenim geleneğine göre hadis, fıkıh, tefsir, kelam gibi İslam bilimleri okumuştur. 18 yaşma geldiğinde Şerafeddin Lala Semerkandi’nin kızı Gevher Hatun’la evlenmiş. !230’da babasının ölümü üzerine, onun yerine camide vaaz vermeye başlamış, çevresinde birçok kimsenin toplanmasını sağlamıştır. Celâleddin bir süre babasının izini sürmüş, onun benimsediği görüşleri yaymakla yetinmiştir. 1231’den sonra, babasının eski arkadaşlarından ve öğrencilerinden biri olan Seyyid Burhaneddin Tirmizî, hocası Bahaeddin Veled’i görmek için Konya’da kalmıştır.

Yazılı kaynakların bildirdiğine göre, Seyyid Burhaneddin Tirmizî, Konya’da kaldığı sürece, Celâleddin’e tasavvuf bilgileri aşılamış, onun yeni bir inanç ve yeni bir düşünce ortamına girmesini sağlamıştır. Bütün kaynakların, bu konuda birleştiği söylenemezse de, bu tanışmadan sonra Celâleddin’in içevreninde önemli değişikliklerin olduğu gözden kaçmamıştır. Özellikle Seyyid Burhaneddin Tirmizî’nin ölümünden sonra, yalnız kalan Celâleddin’in çevresinden koptuğu, içe kapalı bir yaşam sürmeye başladığı bilinmektedir. Bu içe kapalılık döneminde, özellikle 1244’te, Şems-i Tebrizî’nin Konya’ya gelip Celâleddin’le tanışması sonucu, sarsıcı bir değişiklik olmuştur. Çevresinde toplananlardan uzaklaşan, Şems-i Tebrizî ile haftalarca toplumdan ayrı yaşamaya başlayan Celâleddin, büsbütün tasavvufun etkisinde kalmış, bu yaşama biçimi halkın tepkisine yol açmıştır. Gittikçe büyüyen, korkulur bir niteliğe bürünen bu tepkiden ürken Şems, bir iki kez Konya’dan kaçmış, ancak Celâleddin’in direnişi üzerine yeniden Konya’

ya getirilmişti. Şems’in, Konya’dan son ayrılışı konusunda çıkan söylentilerin en yaygını, Celâleddin’in oğlu Alaeddin Çelebi’nin onu öldürdüğü biçiminde olanıdır. Bu söylentilerin gerçekliği tartışma konusudur. Çünkü bu olayla ilgili bilgileri veren kaynaklar birbirini tutmamaktadır. Ancak, Celâleddin’in önemi, etkisi, İslam ülkelerinde kazandığı saygınlık bu tür söylentilerle bağlantılı değildir.

İslam ülkelerinde “Celâleddin Rûmî,” “Mevlânâ Celâleddin” gibi adlarla anılan Celâleddin’ın bütün düşünceleri, inançları şiirlerinde sergilenmiştir. Onun kişiliğini oluşturan iki temel öğe vardır. Biri şiirleri, öteki bu şiirlerde dile getirilen varlık birliği (vahdet-i vücud) ve Yeni-Platonculuk’tan kaynaklanan tasavvuf görüşleridir. Şiirleriyle düşüncelerini birbirinden ayrılmaz bir bütün durumuna getiren Celâleddin, kendinden önce gelmiş İran ozanlarından Attar ile Senaî’nin izini sürmüş, yer yer Muhyiddin-i Arabi’ den etkilenmiştir. Mevlânâ Celâleddin’in şiirlerinde işlenen konular “sevgi” kavramı çevresinde yoğunlaşır. Bu sevgi bütün varlık türlerini içeren, görünen nesnelerden yola çıkarak görünmeyen, tanrısal evrende bulunduğuna .nanılan nesnelere ulaşmayı erek edinen bir eğilimdir, derin bir özlemdir. Mesnevi’de şiirleştirilen değişik konulu öyküler, tasavvufla ilgili düşünceler yanında eğitici sözleri, öğütleri de içerir. Bu yapıtta şiir kimi yerde derinleşir, kimi yerde sığlaşır, kavramlar arasındaki anlam benzerliğinden, anlam özdeşliğinden kaynaklanan çelişkili durumlar gösterir. Bütün ağırlık öyküye, öyküyle anlatılmak istenen eğitici olaya yüklenmiştir. Gazellerin toplandığı Dıvan-ı Kebir’de şiir sürükleyici, çarpıcı, akıcı bir nitelik kazanır, dizeler arasında sesin egemen olduğu bir uyum bulunur. Bu yapıtta, Farsça şiirin en güçlü örnekleri görülür.

Mevlânâ Celâleddin’in imlediği konular kendi buluşu değil, tasavvuf görüşünü benimseyen bütün aydınların ortak sorunudur. Onun bu ortak sorunlara getirdiği yenilik söyleyiş biçiminde, onları bütün şiirlerinin odağı durumuna getirmesindedir. Bu şiirlerde işlenen konular birkaç bölümde toplanır. Bunlar da Tanrı, insan, evren, oluş, ölüm, ölümsüzlük, ruh ve sevgidir. Bu konular değişik olmalarına karşılık, şiirde bir bütünlük içinde ele alınmış, sevgi bu bütünlüğü sağlayan başlıca öğe durumuna getirilmiştir. Sevginin ereği Tanrı, kaynağı ruhtur.

Ruh tanrısal bir tözdür, ölümsüzdür, gövdeden önce vardı, gövdeden ayrıldıktan sonra da varolacaktır. Gövdeye dirilik kazandıran ruh, geldiği tanrısal kaynağa, Tanrı’ya dönmenin özlemi içindedir. Gövdede bulunmak, ruh için, yurdundan uzak kalmaktır. Mevlânâ Celaleddin, ruhun bu durumunu. Mesnevi’nin ilk dizelerinde, omı bir kamışa benzeterek anlatır. “Ney” denen çalgıdan çıkan ses, ona göre, Tanrıdan ayrı düşen ruhun özlem dolu, yakınmak, dokunaklı sesidir. Ruhun gövdeden ayrılmasıyla başlayan ölüm de gerçek değildir, bir görünüştür. Gerçekte yalnız Tanrı vardır, insan onun görünüş alanına çıkmasıyla biçimlenmiştir. Tanrı ölümsüz olduğuna göre gövdenin ruhtan ayrılması da bir ölüm değil çözülmedir, gövdeyi kuran öğelerin dağılarak başka bir varlığa dönüşmesidir.

Mevlânâ Celâleddin’in benimsediği tasavvuf anlayışına göre insan bir sevgi varlığıdır, tanrısal niteliklerle donatılmıştır. Bu sevgi insanla Tanrı’yı birbirine yaklaştıran birleştirici, uzlaştırıcı güçtür. Sevgi önce Tanrı’nın özünde, Tanrı’nın kendine karşı eğilim duymasıyla, kendi kendini sevmesiyle başlamıştır. Bu nedenle sevmek tanrısal bir eylemi gerçekleştirmektir. Sevgi bütün insanları birleştirir, kardeşlik duyguları içinde, barışsever olarak yaşamayı sağlar. Bu nedenle dinlerin, inançların, değişik görüşlerin yarattığı anlaşmazlıklar, çelişkiler insan özüyle, insanın tanrısal varlığıyla bağdaşmaz. İnsana yaraşan ancak Tanrı’ya yakışandır.

Tanrı önsüz-sonsuzdur, salt ustur, salt ışıktır, salt erktir, salt tözdür. Bütün aykırılıklar, çelişkiler Tanrı varlığında uyuma kavuşur. Varolan da, yokolan da yalnız Tanrıdır, seven de sevilen de Tanrıdır.

Hep O’dur varolan da yok olan da O’dur kaynağı acının da kıvancın da Yok görecek göz sende yoksa görürdün Yalnız O var baştan ayağa senin varlığında.

Evren ise Tanrının göründüğü engin varlık alanıdır, kendi başına bir varlık değildir. Evreni yöneten, ona devinme gücü kazandıran da sevgidir. Evrende bulunan bütün nesneler, sessiz bir dille, “hal diliyle” Tanrı’yı anarlar. Bu “hal dili”nden yalnız kendini Tanrıya veren, gönlü Tanrı ışığıyla aydınlanan kimse anlayabilir. Bu aşamaya varan bir kimse kendi varlığında Tanrıyı bilir, “Hak ile hak olur”.

Mevlânâ Celâleddin’in bağlandığı tasavvuf anlayışına göre “oluş” Tanrı özünden fışkırma sonucu “görünüş alanı’na çıkmadır, yoktan varolma değildir. Yalnız Tanrı varolduğundan, “yoktan varolma” söz konusu edilemez. Tanrı varlığı yokluğu dışlar, yokluk kışının yanılması sonucu ortaya çıkan bir sanıdır.

İnsan tanrısal bir varlıktır, ruh ile gövde gibi iki < özden oluşan bir bütündür. Gövdeye devinme, düşünme, sevme gibi bütün duyusal nitelikleri kazandıran ruhtur, insanda dirilik ruhla gövde arasındaki uyumdan doğar. Bu uyumun özünü oluşturan da sevgidir. Ruh gövdeyi, gövde ruhu sever. Bu sevgi tanrısal bir eylem niteliğindedir. Celâleddin’in, ölümü ruhun kurtuluşu sayan düşüncesi karşısında, gövde ile ruhun birbirini sevmesi çelişik bir durum gibi görünürse de öyle değildir. Tanrıda bütün çelişkiler uyuma ulaşır, gövde ile ruhun birbirine karşı olan ilgisi de bu tanrısal uyumdan kaynaklanır. Bu nedenle bir çelişki söz konusu değildir.

Mevlânâ Celâleddin’e göre bütün insanlar kardeştir, yeryüzü bütün insanların ortaklaşa ve barış içinde yaşamaları gereken bir ülkedir. Bu ülkede senlik-benlik tartışmalarının yeri yoktur. Ne varsa Tanrınındır, Tanrı varlığını bölüşmek insana yakışmaz. insanın kendi de tanrısal bir varlıktır. Bütün insanlar özdeş olduğundan inanç ayrılıkları, din değişiklikleri gereksizdir. Önemli olan insanın olgunlaşması, yükselmesi, tanrısal niteliğine yaraşır bir düzeye ulaşmasıdır.

Ahlak konusunda, Celâleddin için başlıca değer iyilik ve erdemdir. İnsan, taşıdığı tanrısal öz dolayısıyla iyi ve erdemli olma gereğindedir. İyilik sözle değil eylemle ortaya konur, yaşamın bütün alanlarında uygulanır. Erdem, kötülüğe karşı bile iyilik etmeyi gerektirir.

Mevlânâ Celâleddin, düşüncelerini şiirle dile getirmesi, bütün şiirlerini Farsça söylemesi yüzünden, halk kesimine yayılamamış, daha çok aydınlar arasında tutunmuş, benimsenmiştir, ölümünden sonra oğlu Sultan Veled, onun adına, mevlevi tarikatını kurunca Celâleddin’in etkisi bir kurum niteliği kazanmıştır. Özellikle büyük illerde, varlıklı kesimlerde kurulan “Mevlevihaneler” bir yandan tasavvuf inançlarının, bir yandan şiir dili olarak Farsça’nın, bir yandan da Şeriat kurallarına aykırı gelen resim, çalgı, oyun gibi sanat türlerinin yayılmasına olanak sağlamıştır. Mevlânâ Celâleddin adına kurulan Mevlevi tarikatının başlıca özelliği “semâ” denen ve çalgı eşliğinde gerçekleştirilen törendir. Belli bir uyumla yürütülen bu törende, özel bir eğitimden geçen dervişler dönerler. Bu dönüşe Mevleviler’ce özel bir anlam verilir. Onların yorumlarına göre bütün gökkatları Tanrı sevgisiyle döner, insanın da bu dönüşü uygulaması gerekir. Bu dönüşün kaynağı ise Kuran’da geçen ve “ne yana dönerseniz Tanrı’ya yönelirsiniz” anlamına gelen “feeynema tuvellu fesemme vechullah” sözleridir. “Mevlevi” sözcüğü de bu “tuvellu”den türemiş olup “dönen” anlamındadır.

“Semâ” adı verilen bu dönüş değişik çalgılar topluluğunun eşliğinde olur. Doğu musikisinin belli “makam”larına göre düzenlenen bu çalgı topluluğu şiir-oyun-musiki üçlüsüyle bir bütünlük oluşturur. Törene katılanlar, “semâ” denen oyunda görev alanlar özel giysiler, özel başlıklar giyerler. Törende başlıca kural, öbür üyelerle uyum sağlamak, tanrısal bir evrende yaşadığı inancına kapılmaktır. Törene eşlik eden çalgılar, genellikle, kudum, ney, rebab, tanbur türünden soluklu, vurgulu ve yaylıdır. Mevlevi musikisi içerik bakımından din inançlarına, özellikle, Mevlevilik’in bağlandığı yaşama anlayışına dayanır. “Semâ” denen tören, belli günlerde, bütün Mevlevi tekkelerinde düzenlendiğinden musiki bu tarikatın kurucu öğelerinden biri olmuştur. Bestelenen şiirlerin çoğu Mevlânâ Celâleddin’den, şair olan kimi Mevlevi büyüklerinden seçilmiştir. Şiirlerin bestelerini yapanlar da, uygulayanlar da Mevlevi tarikatına bağlıdır. Törenlerde Mevlânâ Celâleddin’in “Hazret-i Pir” sözcükleriyle anılması yaygın bir gelenektir. Bu sözcüklerin geçtiği besteler de vardır.

Mevlânâ Celâleddin’in ve onun adına kurulan tarikat büyüklerinin İslam uygarlığına getirdikleri önemli yeniliklerden biri de resimdir. Musiki gibi resim de Şeriat kurallarına aykırıdır, suç sayılmıştır. “Buna karşılık Bektaşilik gibi Mevlevilik de bu yasağa uymamış, törenlerinde oyun, musiki ve resme geniş bir yer vermiştir. Bu olayda Mevlevilik’le Bektaşilik, yaşama anlayışları çok ayrı olmasına karşılık, birbirinden güç almıştır. Mevlevilik’te resim, başlangıçta “minyatür” denen türdendi, sonra/arı çağdaş resim anlayışına yönelik bir biçim kazandı. Bu resimler, genellikle üç türlüdür. Birincisi yazı-resim türünden olup, daha çok, Mevlânâ’nın adını konu edinmiştir. “Ya Hazreti Mevlânâ”, “Ya Hazret-ı Pir” gibi yazıları içerir. Bunlar arasında Leylek Haşan Dede’ nın “Mevlevi Leylek Haşan Dede” adlı yazı-resmi yaygındır, ikinci tür resimler çiçek, ağaç, manzara, türbe, mezartaşı gibi varlıkları konu edinir. Üçüncü türden olan resimlerin konuları ise Mevlevi büyükleridir. Mevlevi ressamları arasında, Fasin Dede, Eyubi Derviş Haşan, Fahri, Leylek Haşan Dede, Musahib Said Efendi, Hasıb Dede, Hüsnü Yusuf, Vesim Paşa ve S. Baykara yapıtları en çok ilgi toplayan kimselerdir.

Mevlânâ Celâleddin’in, özellikle şiir alanında, etkisi başta Anadolu olmak üzere Iran, Suriye, Irak gibi ülkelerde çok geniş bir alana yayılmıştır. 14.yy’dan sonra İran’da tasavvufu konu edinen şiirin başlıca kaynağı Mevlânâ Celâleddin’in Mesnevi adlı yapıtıdır. İslam ülkelerinde Kuran ve Hadis’ten sonra en çok okunan kitap Mesnevi’dir. Bu yapıta birçok yorum (şerh) yazılmıştır. 15. yy’da İran’ın en güçlü ozanı sayılan Molla Câmî, uzun süre Mesnevi okumuş, onun etkisiyle Mevlânâ Celâleddin’i çeşitli dizeleriyle nitelemiştir. Türk Divan şiirinin tasavvufla itgili bölümü, genellikle Mevlânâ Celâleddin’in görüşlerinden kaynaklanır. 15. yy’dan bu yana Konya, Edirne, İstanbul, Kütahya, Bursa, Halep ve Rumeli illerinde birçok Mevlevihane açılmış, buralarda şiir, musiki alanında ünlü kimseler yetişmiştir. Divan yazınının Hayali, Neşati, Cevri, Nahifi, Sakıb Dede, Şeyh Galib, Yenişehirli Avni gibi şairleri Mevlevi tarikatına bağlıdır. Divan yazınının en güçlü şairlerinden biri sayılan Nef’i, Mevlânâ Celâleddin için yazdığı bir “kaside”de

Nef’i-i mûcizbeyânem bende-ı Monla-yı Rum

diyerek ona karşı duyduğu saygı ve bağlılığı dile getirmiştir. Mevlânâ Celâleddin’in etkisiyle söylenen dizeler arasında,

Kangı âşıktır o kim mevlâsı Mevlânâ değil

gibi çok değişik yorumlara yol açan, onu kutsallaştıranlar da vardır. Bütün bunlar Mevlânâ Celâleddin’in tasavvuf, musiki, şiir, resim alanlarında çağlar boyunca süren, yayılan etkisini göstermektedir.

Mevlânâ Celâleddin Rûmî Eserleri:

  1. Divan-ı Kebir, 1885, (Çev. Abdulbaki Gölpınarlı, i958);
  2. Fihi Ma Fit, 1S79, (Çev. Meliha Ülker Tarikâhya, 1954); 
  3. Mesnevi, 1924, (Nahifi, 1851, Veled İzbudak-Abdulbaki Gölpınarlı. 1946); 
  4. Mektubat, 1937; Mevaiz-i Mecalıs-i Seb’a, 1937, (“Yedi Toplantıdaki Konuşmalar”).

Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, Cilt 24, Anadolu yayıncılık.

Yorumlar kapalı.