Mithat Cemal Kuntay Romanlarından Örnekler

kihaes 04/01/2014 0

Mithat Cemal Kuntay Romanlarından Örnekler: Üç İstanbul: Türk romanının köşe taşlarından biri sayılacak değerdeki bu roman, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Kiralık Konak ve Halide Edib’in Sinekli Bakkal ro­manlarını, ele aldığı devir ve temaları bakımından andırıyor.

“Saltanat-Meşrutiyet ve Cumhuriyet” diye üç devirde yaşattığı kahramanı Adnan ve başka kişiler aracılığı ile, Mithat Cemal, Türk toplumundaki değişmeleri ele alıyor. “Türk toplumu” dedikse, geniş halk tabakalarına ait gözlemleri yahut olayları sunmuyor Mithat Cemal:

Kendisi de iyi kötü her türlü değişmelere uğrayan Adnan’ın gözüyle Abdülhamid devri sonundan, Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadarla “aydınların yüksek mevki, üst sosyete” kişilerinin, şekilden şekle girişlerini konu ediniyor. Güçlü, tezat- h, cazip bir üslûp, bol vak’alar, olaydan olaya geçiş ustalığı ve devir hakkında ver­diği (bir kısım siyasî ve insafsız) hükümler Üç İstanbul’a, yazarların kendi dönem­lerini anlattıkları romanlar arasında, kalıcı bir yer sağlıyor.

Ancak, Mithat Cemalin, “”Üç İstanbul’da, İttihat-Terakki ve Cumhuriyet dö­nemlerinin modasına uyarak, “İstibdat” dediği Sultan Hamid devrine ve padişa­hın şahsına lüzumundan fazla ve haksız yere saldırdığı unutulmamalıdır. Aynca bu roman Halide Edib’in Sinekli Bakkal’ı ile birlikte, Cumhuriyet Halk Partisi Ro­man yarışmasına da katılıp, derece almıştır. Eseri biraz da o yarışma için “resmî görüşle” kaleme aldığı söylenebilir. Üç İstanbul’da Abdülhamid ve devrini kötü­lemenin yanısıra erotik-pornografik sahnelere, kadınlarla lüzumundan fazla açık sevişmelere de rastlanmaktadır. Bu bakımdan eser, “pornografi”ye öncelik veren, günümüzün bazı romancılarından Pınar Kür’ün, Attilâ İlhan vs.’nin eserlerine yol açmıştır, denilebilir. Üç İstanbul, ayrıca, 1984’te TV dizisi olarak gösterilirken, bu şehvet sahnelerinin abartı ile sergilendiği görülmüştür.

Aşağıda, Üç İstanbul’un E. Çankaya tarafından yapılmış geniş bir özetini bula­caksınız. Bu özetlemeyi alışımızın sebebi, yazarın üslûbunu “Türkçülük ve başka düşüncelerini ve devrinin yaygın görüşlerini ortaya koyan bazı alıntılara da, yer vermiş bulunmasıdır.

“Kuntay’m romanı (Üç İstanbul, Sander Y., İstanbul, 1976) kitabın baş kişisi Adnan’ın olduğu kadar Adnan’ın çevresindeki kişilerin bireysel ve toplumsal ya­şayışlarını anlatıyor. “Yıkılan Vatan” adlı bir romanla sürekli ilgilenen Adnan hu­kuk mezunu olmasına karşın yazar olmak isteği ve Saray’a muhalif düşünceleri nedeniyle hukuk alanında çalışmamaktadır. Bir gün, konağının müdavimlerin­den olduğu Hidayet’in aracılığıyla bir özel öğretmenlik bulur; Erkânıharp Müşi­rinin kızı Belkıs’a tarih okutacaktır. Adnan, Müşir’i “namussuz” bulduğu için bu işi kabul etmese de, Maliye Nazırı’nın kızı Süheyla’ya edebiyat hocalığı yapmayı kabul eder; güvendiği dostu şair Raif bu adamın “namuslu” olduğunu söylemiştir çünkü.

Maliye Nazın ’nın konağına girip çıkmaya başlayan Adnan bir süre sonra Sü­heyla’ya âşık olacaktır. Önce, araya şair Raif ve Dağıstanlı Hoca’yı koyup kızı is­tetmeyi düşünür. Fakat, Müşir’in kızı Belkıs’a da tarih öğretmeye başladığı için yeni evli bu kadına daha kuvvetle âşık olur ve Süheyla ile evlenmekten vazgeçer. Maliye Nazırı ise bu sırada Adnan’a tutulmuş olan kızı Süheyla’nın isteğine bo­yun eğerek Adnan’ı damatlığa almayı kabul eder. Bütün sorun Adnan’ın geçmi­şinden bir “Paşa” bulabilmektir. Adnan’ın üçüncü dedesi Çelik paşa bu sorunun çözümlenmesine yarar. Oysa Adnan evlenmek istememekte ve Belkıs’a olan aşkı­nı sürdürmektedir.

Belkıs, 24 yaşındaki Miralay Hüsrev Bey ile evlidir ve kocası Almanya’dadır. Maliye Nazın Düyunu Umumiye’nin, Reji’nin önünde iki büklüm, para bulma ça­basındadır. Adnan’ın konağına gidip geldiği Hidayet ise, “yirmi yedi yaşında, bâ­lâ rütbeli ve Osmanlı İmparatorluğumun devlet adamlarındandır. Gündüz Sa­ray’dan para alır, gece Saray’a söver.” (s. 36)

Adnan, geceleri gizlice Mithat Paşa okuyup romanına çalışmakta ve Belkıs’a derin bir tutkuyla âşık durumdadır. Toplumsal-siyasal düzlemde görülen şey ise şudur:

“İstanbul’da üç şapka vardır. Çamlıca tepesinden evvel bu üç şapka görülür, Reji’deki Ramber’in, Düyunu Umumiye’ci Berje’nin, şimendiferci Hügmen’in ka­fasında duran üç serpuş! Bu üç şapka, bu üç kafadan bazen kaldırıma iner, bazen bulutlara fırlar. Şimdi iki elde bir topaç olur, döner, şimdi iki çatık kaş üstünde bir umacı olur, durur. Osmanlı İmparatorluğu denen uşak odasını bu üç şapka ^ idare eder. Hidayet’in konağına bu üç şapkadan biri girdiği gün Hidayet yerlere kadar eğilir. Kafasının durduğu yerde beli titrer. Bu üç adamdan birine bir gün Hidayet, dostu Sacid’i “Türk olmayan Türk! diye takdim etti. Sacid:

-Haddim değil, son ekselans bana daima iltifat ederler, dedi. Ve ertesi gün, Sacit o şapkanın dairesinde kalem şefi oldu.”(s. 90)

Adnan, “kocasının sevmediği Belkıs’ın bir gün” kendinin olabileceğini düşün­mektedir, fakat bu düşten çabuk sıyrılır; “en ufak şeyden kızaran yüzünde Türk ırkının temiz kanı” olan Süheyla ile evlenecektir. Bu kez Süheyla evlenmek iste­mez onunla: Adnan’ın “acınacak hale geldiği günü” bekleyecek ve o gün kendisi merhamet ederek “evlenelim!” diyecektir, (s. 203)

Süheyla ile evlenme kararından çabuk pişman olmuş olan Adnan bu cevaba se­vinir bile ve unutacaktır bu olayı. Çünkü tarih hocalığı yaptığı Belkıs, Belkıs’ın kocası Hüsrev ve Hidayet’in konağında yaşanan saatlerden oluşan dünyasında yaşayıp gitmektedir. Bu yaşantı içinde yakın arkadaşı Fransızca öğretmeni Kad­ri ‘nin karısı Zehra ve Tapu Müdürü Semih Efendi’nin karısı Macide ile olan ilişki­sinde görüldüğündeki gibi, ‘kaçamaklar’da fırsat bulabilmektedir. Fakat asıl sev­diği kişi Belkıs’tır. Belkıs’ı ise kocası Hüsrev sevmemekte ve ona karşı ilgisiz davranmaktadır.

Adnan Abdülhamid’e karşıdır; Hidayet’in konağına gidip gelen çevrenin için­dedir. Kimse yokken Naima okuyap misafir gelince elinde Plutarque’la karşılar; gece Saray’a söver, gündüz Saray’dan ihsan alır, salonlarım döşeyen antika eşya­lar gibi kon ağma aldığı misafirlerde damga ve üslûp arar; Hidayet’in konağını bi­raz da misafirleri döşemektedir. Öte yandan; Hidayet’in konağı, Fransız Devrimi- nin ünlü düşünce kulüplerinden Palais Royal’e benzer, “Konağı da Palais Royal gibi aylığının miktarından memnun olmayanlarla, borcunu ödemeyenle, züğürt kibarlarla, kendisine mevkiini az gören devlet adamlarıyla, demagoglarla, kamı adamakıllı doymayan şairlerle, muharrirlerle” doludur, (s. 86-88)

Bu konakta yönetimin has adamlarıyla, da tartışır Adnan, Sefaret Müsteşarı Nail’in Sultan Hamid olmasaydı Osmanlı İmparatorluğunun çoktan Avrupa tara­fından paylaşılacağına ilişkin düşüncelerine şiddetle karşı çıkar: “Hangi Osman- h İmparatorluğu?” der. “Dünyada böyle bir şey mi var?” (s. 100) Ardından ise şun­ları ekleyecektir “Memleketi taksim mi ederlermiş? Memleketin zaten neresi be­nim? Ereğli’de kömür Fransız! Haydarpaşa’da demir Alman! Yalnız Yemen ’de dö­külen kan Türk! Üstünde ölüp altında gömülecek kadar toprak; bu mu memleket? Elçi tercümanlarının çiğnedikleri leşe siz Osmanlı İmparatorluğu mu diyorsu­nuz? Mâliyeyi düzeltelim!’Bunu padişah baş başa kiminle düşünüyor? Sadrazamla mı? Hayır! Alman Baştercümanı Testa ile. Ermeni ihtilalinde 25 Ermeni’yi OsmanIı Bankasından çıkarmaya Sultan Hamid kimi gönderiyor? Zaptiye Nazınnı mı? Hayır! Moskova Baştercümanı Msrimoffu… Siz ne diyorsunuz Nail Beyefen­di? Hangi devlet; hangi imparatorluk? Diyarbekir’de bir Türk bir Ermeni’nin na­sırına bassa devletler Galata”ya bir düzine karakol gemisi gönderiyor. Avrupa Ha­riciye Nazırlan vilâyetlerimize Dahiliye Nazırımız kadar karışıyor. Sonra da ‘Av­rupa bizi taksim etmez, çünkü Sultan Hamid padişahtır!’ diyorsunuz. Demek ki Abdülhamid’ten korkuyorlar?” (s. 100-101)

Süheyla ile evlenme kararını alırken “Türk ırkının teiniz kam ‘nı gördüğü için kendi kendini ikna eden Adnan: “Perikles asnnda AtinaJı, Mark Orel ahdinde Ro­malı, Ondördüncü Louis devrinde Fransız olmak isterdim, Sultan Süleyman za­mmında da Osmanlı”diyen Hidayet’e öfkelenerek şunları ısrarla belirtir:

Ben taş devrinde Türk, tunç devrinde Türk, altın devrinde Türk olmak ister­dim. Bütün hilkat devirlerinde Türk, devirsiz hayatlarda Türk, hayatsız devirlerde Türk,!… Türk doğmak, Türk ölmek! Türk, Türk, Türk…” (s. 120)

Adanan, Selanik’teki İttihat ve Terakki merkezi üe de ilişki içindedir ve yazış­maktadır burayla, Selanik’ten gelen bir mektubunun polisin eline geçmesi üzeri­ne tutuklanarak sürgüne gönderilir Adnan.

10            Temmuz’da (1908) İttihat ve Terakki’nin yönetimi denetim altına almasın­dan sonra Adnan da sürgün yeri olan Trablusgarptan geri döner. Meclis-i Mebu- san açılmıştır, “mahalle bakkalı ve mahalle bekimi gibi mahalle ihtilâlcileri’’ (s. 339) de çıkmıştır ortaya. Bir Sakallı Vasû’de olduğu gibi birçok kişi bir anda İtti­hatçı kesilerek Saray’a küfrederek ortada gezinir olmuştur. O kadar ki, otuz yıl­dan beri Abdülhamid’in “has adamı” olarak görev yapan Erkânıharp Müşiri bile bu günü “otuz senedir beklediğini” söyliyerek İttihat ve Terakki’nin kendisini Sadrazam yapacağını umabilmektedir. Oysa tutuklanır ve sürgüne gönderilir; kendisini Adnan bile kurtaramaz.

“Belkıs’ın babası olan Erkânıharp Müşiri’ni, İttihat ve Terakki’nin bir parçası] bir kısmı olan Adnan kurtarmak için çok çalıştı, Fakat bu adamı, Adnan ’m ancak siması kurtaracaktı; hâlbuki Adnan yüzünü gizliyor, kollarını uzatıyordu. Çırıl­çıplak ortaya çıkmak lâzımdı: Pehlivanlık yapacakken, cambazlık yapmıştı.’’ (s.

Müşiri’in kapısı alacaklılarca aşındırılmaya başlarken, “sanki yalıya iradeyle geliyorlarmış gibi, misafirler de 10 Temmuz gelince ortadan” kaybolmuşlardır, İcra davaları açılmakta, yalı satışa çıkarılmaktadır. Bu işlerle ilgilenen, aile­nin avukatlığını yüklenen kişi 10 Temmuz sonrasında avukatlığa başlamış olan Adnan’dır. Bir süre sonra bu iş avukatlığı Belkıs’ın Hüsrev’den boşanması sıra­sında “talâk” avukatlığına dönüşür. Kumar oynayan Hüsrevpara isteyince verme­yen Belkıs’ı dövmüştür. Adnan bu çöküşe sevinmektedir. “Ancak Belkıs’ın düştü­ğü yer bile, Adnan’ın çıktığı yerden yüksekti; Adnan zengin, çok zengin olmaya mecburdu: Her gün biraz daha zengin, biraz daha, birçok daha. ” (s. 346-347)

Meşrutiyetin ilânından (1908) sonra gelen “inkılâp’’günlerinde Adnan çok de­ğişir. Her ceketin başka bir kravatı olduğunu, terzisi sayesinde ise belinin oldu­ğum öğrenir. Bu karmaşalı günler içinde çıkar peşinde koşan bir çok kişi İttihat ve Terakkiye yazılmış, “damla bal”dan nasiplenme derdine kapılmıştır. Bu değiş­meye kızanlar yok değildir: Nitekim, bir Dağıstanlı Hoca Adnan’ı hırsla, öfkeyle eleştirir: “ Bu lâfıma dikkat et: İnkılâp yaptınız diye bugün boynunuza sarılanlar yarın boğazınızı sıkacaklar!” Adnan bunu önemsemez, ona göre her şeyden önem­ olan “hükümet kuvveti”dir. Fakat Dağıstanlı Hoca “asıl kuvvet, bir fikir temsil edenlerdi. Başka memleketlerde sahici fikir zümreleri var. Bizim memlekette ha­kiki fikir yok; bizde üç yüz seneden beri fikir diye bir tek şey var: Taassup!” (s. 351- 352) diyecektir. Hoca Adnan’ın değişen yaşayışım Adnan’da görülen “debdebe’yi de eleştirecektir.”

Adnan’ın Belkıs’a olan saygısı sürüp gitmektedir: “Belkıs Meşrutiyet’ten son­ra da değişmedi. O, daima başka kadındı. Cemiyete yatak odalarına kadar açılan bazı konaklardaki kolay kadınlardan bıktıkça Adnan, Belkıs ‘ı daha çok beğeni­yordu, fıkaralığını asırların paslandırdığı siyah bir çelenk gibi Belkıs’ın başı da­ha vakarla taşıyordu.” (s. 355)

Adnan, 31 Mart olayının uğultulu günlerinden bir hafta sonra Belkıs’la ev­lenir. Şimdi romanına bir bölüm daha ekleyecektir: “31 Mart geldi. Romanımın burası ateş saçmalı, kıpkırmızı olmalıydı. Sevinç dolu bir öfkeyle yazdı:”(s. 357) Adnan, İnkılâbın düşmanı softayı ağır biçimde eleştirir romanında. Sonra kalkıp Nişantaşı’nda tuttuğu konağın sözleşmesini imzalar.

İttihat ve Terakki’nin güçlü olduğu günlerde Adnan’ın işleri de olağanüstü iyidir. Çok kişi, İttihat ve Terakki’nin güçlü adamlarından olan Adnan’a gelmenin yararlı olduğunu bilirler. Belkıs Adnan ’a karşı soğuktur, bu sonradan görmeyi sevemiyeceğini kendisine de söyler. Kansına, “adını, rengini bilmediği hediyeler” alması bile bu durumu değiştirmez! Belkıs bir gün: “Ben seni aldatmam Adnan! dedi. Ama bu, seni sevdiğim için mi? Hayır, hayır; kendimi sevdiğim için! Ben âşık olacağım erkeği kocamdan gizlemiyecek kadar kibirli kadınımdır. Bunu şim­diye kadar anlamalıydın. Başkasını sevdiğim anda hemen senden boşanırım he­men. ” (s. 397)

Adnan, arkadaşı Moiz, İtalya’ya gittikten sonra onun karısı Raşel ile birlikte yaşamaya başlayacak, fakat Belkıs’a olan tutkusu sürüp gidecektir. Bu sırada, Ad­nan’ın düşüşü başlamakta, sonun başlangıcı yaşanmaktadır. Çünkü İttihat ve Te­rakki’nin “denetleme iktidarı” son bulmuş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışı­na kaçmıştır.

Bu yeni ortam içinde Adnan’ın müşterileri de kesilir; kendisine selâm veren bile çıkmamaktadır. Bir süre sonra bir Rus Prensi ile sevişen Belkıs da Ad­nan’dan ayrılır ve Prens’le birlikte Peşte’ye giderler. Belkıs sefalete düşer ve hat­ta Amerika’ya kaçıp gittikten sonra intihar eder.

Adnan yapayalnız ve otel odalarında yaşarken eski dostu Mısırlı Prens Hasan kendisini köşküne davet eder; Prens’in davetinden sonra ise, yıllar önceki Süheyla ile karşılaşarak evlenecektir.

Adnan, yıkılmıştır; Belkıs’ı yine de sevmektedir; avukatlık yapmaya başlar, fa­kat kendisine dâva getiren çıkmamakta, giderlerini ise gizlice, kansı Süheyla kar­şılamaktadır. Kurtuluş Savaşı’na umut bağlarsa da kendisini Ankara’ya davet etmezler. Adnan düş kırıklığına uğrar.

Zaten verem olan Adnan, Süheyla ile evlenmesinden kısa bir süre sonra ölür. Süheyla, Adnan’ın “Yıkılan Vatan” adlı tamamlayamadığı romanının müsvedde­leriyle Belkıs’ın resmini, onun bıraktığı evrak arasında bulur. Adnan, Belkıs’ı öm­rünün sonuna kadar sevmiştir. ” (Yazko Edebiyat, sayı: 31, s. 8-13)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

Yorumlar kapalı.