Ebu Cafer Et-Tûsî ve Tefsirut-Tıbyani hakkında bilgi

kihaes 04/26/2014 0

Ebu Cafer Et-Tûsî ve Tefsirut-Tıbyani hakkında bilgi: Bu tefsirin müellifi, Ebû Ca’fer Muhammed b. el-Hasan b. Ali b. el-Hasan et-Tûsî’dir. Hicri 385/995 senesi Ramazan’tnda Tûs şehrinde doğdu. 23 yaşında iken 408/1017 senesinde Bağdat’a geldi, orada pek çok Şiî hocadan ders aldı ve talebeler yetiştirdi. 436/1044 senesinde İmâmiyyev taifesinin şeyhi oldu. 447/1055 senesinde Selçukluların (Tuğrul Bey) Bağdat’ı işgalinden sonra, Sünnî ve Şii taifeleri arasında meydana gelen hâdiseler neticesinde 448/1056 veya 449/1057 senesinde, Bağdat’ta ikamet ettiği Kerh’dekî evinden ayrılmış Necefe göç etmiştir. Bağdat’ta kitapları ve evi yakılmıştır. Necefde ölünceye kadar ikâmet etmiş ve orada 460/1068 senesinde vefat ederek evinde defnedilmiştir.

İslâmi ilimlerin hemen her alanında eserler yazmış olan bu zât için kaynak­lar, “Şia’nın Fakîhi” lakabını kullanırlar. Eserlerinin adedi pek çoktur. Tıbyân tefsirinin baş tarafında, Tûsînin hayatını geniş bir şekilde anlatan Ayetullah Ağa Buzurk et-Tahrânî, müellifin eserlerini alfabetik sıraya göre tasnif etmiş ve 47 adet eseri hakkında kısa bilgiler vermiştir. Biz burada mühim olan bir kaç eserinin ismini verelim. Tefsirde: et-Tıbyân el-Câmi li UIumi’l-Kur’ân. Hadiste: el-İstibsâr fîma Uhtülife fîhi mine’l-Ahbâr (Şia’nın dört hadis kitabından biridir); el-Fusul fi’l-fusul; Tehzibu’l-Ahkam; el-Emâli. Akâidde ve İbâdatta: el-İktisâdu’l-Hâdi ilâ Târihi’r-Raşâd; el-Cümel ve’l-Ukûd. Fıkıh’ta: el-Mebsût; el-Hilâf fi’l-Ahkâm; en-Nihâye. Usul’de: el-iddet İlmi Kelâm ve Imâmiyye’de: Teihisu’s-Şâfi. Biyografyada: Fihristu Kutubi’ş-Şia, el-Ebvâb. Ferâizde: el-İcâz.

Tıbyân Tefsiri, Şia indinde şöhret kazanmış ve kendisinden sonra gelmiş olan müfessirlere kaynak olmuş ilk Şia tefsirlerinden biridir. Ağâ Buzurk et-Tahrâni tarafından, Kur’ân ilimlerinin nevilerini beyan alanında cem olunan ilk tefsirlerden biri olarak nitelenir. El-Fihrist ve dibâcesindeki malumat ve tavsifler bunun derecesini gösterecek mahiyettedir. Kısacası onun gibi bir tefsir yazılmamıştır, denmektedir. Tusi, Şia indinde müfessirlerin İmamı addedilir. Ebû Ali et-Tabresi de bu tefsir hakkında “O, Hak ışığının iktibas edildiği, doğruluğun tadının zahir olduğu bir kitaptır. Bu tefsir, bediî, esrarlı manalar ve geniş lügat elfazını muhtevidir. O, eserinde lafızları beyân etmeden tedvine ve araştırmadan sıraya dizmeye razı olmadı. Kendisi nuru ile insanları aydınlatan, onları irşâd eden bir merci oldu…” demektedir.

Biz, başkalarının leh ve aleyhindeki sözleri bir tarafa bırakarak, Tûsî’nin tefsir mukaddimesini ve tefsirini, oradan alacağımız misallerle değerlendirmeye çatışalım:

et-Tûsî, Besmele, Hamdele ve Salveleden sonra, tefsirini yazış sebebini şöyle anlatmaktadır:

“Eski ve yeni dostlarımızın hiçbirinin, Kur’ân’ın tümünü tefsir ve onun mana ilimlerini ihtiva eden bir kitap üzerinde çalışmadıklarını müşahede ettiğimden böyle bir kitaba başlamayı gerekli gördüm. Bazıları rivayetlerini, nakillerini ve hadis kitaplarında bulduklarını toplama yoluna gitmiştir. Bunlardan hiçbirisi, topladıklarını mütekâmil bir hale getirmeye ve ihtiyaç duyulan tefsirleri yapmaya uğraşmamıştır. Kur’ân’ın tefsirine girişen ümmetin âlimlerini iki grub olarak müşahede ettim. Birisi Taberî ve benzerleri gibi Kur’ân’ın tüm manalarını ve bütün fenleriyle ilgili söylenenleri toplamaya çalışan geniş tefsir sahipleri; diğeri de sadece garib kelimeleri ve lafızların anlamlarını zikreden kısa tefsir sahipleridir. Onlar, bu konuda bilmedikleri şeyleri terkettiler. Çünkü ez-Zeccâc, el-Ferrâ ve bu ikisine benzer nahivciler, bütün güçlerini sarf ve nahivle ilgili konulara verdiler. Mufaddal b. Seleme ve diğerleri ise lügat ilminin ve lafızların iştikakından çokça bahsettiler. Ebû Ali el-Cübbâi vb. mütekellimler, himmetlerini, kelâmî manalara sarfettiler. Onlardan bir kısmı da tefsir külliyatına, ihtisas sahibi oldukları konularda söylenebilecek sözleri ilâve ettiler. Mesela, el-Belhî ve benzeri fıkıhcılar, fıkıhın furu’u ile ilgili meseleleri, fakihlerin ihtilaflarını tefsir ilmine soktular. Bu konuda mu’tedil güzel bir yol takip edenlerin en iyisi Muhammed b. Bahr Ebû Müslim el-İsfahani ve Ali b. İsâ er-Rummani’dir. Çünkü bunların eserleri bu anlamda tasnif edilenlerin en iyisidir. Ne var ki bunlar bu konuda sözü uzattılar ve ihtiyaç duyulmayan pek çok şeyi irad ettiler.

Eski ve yeni arkadaşlarımızdan bir kısmının; Kuran’ın kıraatlerinden, i’rab ve manalarından, müteşabihinden bahseden; mülhidlerin ve Cebriye, Müşebbihe, Mücessime gibi batıl gurupların karalamalarına cevap veren, arkadaşlarımızın pek çok yerde usulu’d-din ve furuu konusunda mezheplerinin haklılığı hususunda ileri sürdükleri delilleri cemeden derli toplu bir kitaba rağbet ettiklerini gördüm.

Allah izin verirse bunu veciz bir şekilde her ilmini özetleyerek okuyucuyu bıktıracak uzatmalara ve manayı izale edecek kadar kısaltmalara girmeden yapacağım. Ancak buna başlamadan önce teferruatına girmeden zikredilmesi gereken bazı hususları ihtiva eden bir fasıl sunmak istiyorum. Her konunun detaylandırılacağı kendisine uygun mahali vardır. Allah’tan yardım, kudret ve in’amıile bizi doğru yola iletmesini dilerim.

et-Tûsî eserini yazış gayesini bu ifadelerle belirttikten sonra, iki fasıl açar. İlk fasılda, Kur’ân tefsirine başlamadan önce, bilinmesi lâzım gelen esasları inceler; ikinci fasılda ise, Kur’ân’ın isimlerinin sûre ve âyet kelimelerinin anlamlarını ele alır. Bilhassa ilk fasılda bulunan, müellifin bazı görüşlerini daha önce zikretmiştik. Burada aynı şeyleri tekrar etmeyeceğiz. Ancak şunu söylemek gerekir ki müellifimiz, ne mukaddimesinde ne de tefsirinde aşırı bir İmâmiyye Şiası taraftarı olarak görülmektedir. Zaten bu eserini yazış tarzını izah ederken aşırılıktan, fazla uzun veya çok kısa ihtisarlardan sakınma taraftan olduğunu ifade etmişti. Bu konuda orta bir yol tutmak istemektedir. Bu konuda aşırı davrananların görüşlerini daha evvel zikretmiştik.

Bu kısımda örnek olarak vereceğimiz tefsirler, genellikle mutedil olup onları Ehlisünnet tefsirlerinden ayırt etmek güçtür. Genel olarak Tûsî, her âyeti, mukaddimesinde verdiği esaslara göre ele almış ve bu usûle bağlı kalarak, ese­rini tamamlamıştır. Her âyet için kıraat, lügat, mana ve sebeb-i nüzul gibi meselelere gerek gördükçe temas etmiştir. Rivayet ve dirayet tefsir metotlarını kullanmıştır.

Tusî, Kıraat konusunda, kıraat imamlarının görüşlerini naklettiği gibi, dil ve edebî yönden de, Ebû Ubeyde, Ferrâ, Müberred, Kisâi, Zeccâc gibi dilcilerin eserlerinden istifâde etmiştir. Tusî, dilcilerin görüşlerini olduğu gibi almamış onları   kendine  göre  bir  tenkit  süzgecinden   geçirerek;   bazen   reddetmiştir.

Meselâ, Bakara Sûresi’nin 30. ibâresindeki  lafzı Ebû Ubeyde tarafından zâid görülmektedir.

Âyetteki lafzının zâid olduğunu ve bunun hazfedileceğini kabul etmeyen Tûsi, Zeccâc ve Rummânî’nin görüşlerini ortaya koyarak:

“Ebû Ubeyde hata etti. Zira Allah’ın kelamının faydalı ziyadeye hamli imkânı varken, boş bir şeye hamledilmesi caiz olmaz” demektedir. Yine Bakara Sûresi’nin 41. ayetinde harfinin manasında olduğunu söyleyen el-Kisâî’nin görüşünü kabul etmemektedir.

Tûsî bu tefsirinde, kendilerinden addettikleri meşhur müfessir Taberî’den de çok istifâde etmişse de birçok noktada onu tenkid etmektedir. Meselâ, Bakara Sûresi’nin 114. âyetini tefsir ederken, mescidleri harab eden zâlimlerin genel olarak Arap müşrikleri olduğu ileri sürülürken, Taberi’nin, bu kimseleri Kureyş müşrikleri olarak görmesini zayıf görür ve diyerek Taberî’nin görüşünü benimsemediğini ifade eder.

Yine Bakara Sûresi’nin 114. âyetindeki lafzının kıraatinin “yâ” ile de olabileceği görüşünü kabul etmeyen Taberî’nin görüşünü kabullenmediği görülür.

Bakara Sûresi’nin 282. “…Şâhidler çağırıldıklarında çekinmesinler” âyetini tefsir ederken, Taberî’nin görüşünün bâtıl olduğunu söyler:

Bu misallerde görüldüğü gibi Taberi’nin kıraat, fıkıh ve diğer konulardaki düşüncelerine çeşitli eleştiriler yöneltilmiş bulunmaktadır.

Tûsi, mukaddimesinde zikrettiği gibi tefsirini ne okuyucunun anlamayacağı bir şekilde kısaltmış ne de lüzumsuz uzatmalara girişmiştir. Orta halli bir tefsir yazabilmek için, teferruata girişeceği hususlara diğer eserlerine atıflar yapmak suretiyle, sözü uzatmaktan kaçınmıştır. Meselâ, Bakara Sûresi’nin 56. âyetini tefsir ederken:

“Bize göre mucizeler, Salih imamlar eliyle de zuhur edebilir. Bunu , “usul” de izah etmiştik” diyerek atıfta bulunur. Keza şu örnekleri de verebiliriz:

Bu şekilde örnekleri çoğaltmak mümkündür. Görüldüğü gibi, Tûsî tefsirinde sözü uzatmamak için sık sık diğer eserlerine atıflar yapmaktadır.

Bu tefsirin diğer tefsirlerden ayrı bir yönü, İmâmiyye Şiası’nda olduğu gibi Tûsî’nin de, Şia’nın İmâm telakki ettiği kimselerden rivayette bulunmasıdır. Genellikle tefsirde hadis mâhiyetinde olan haberler, Hz. Peygamber, Hz Ali, Hasan ve Hüseyn, Ebû Ca’fer ve Ebû Abdillah tariki ile gelmektedir. Bu zevatın zikrinden sonra “Aleyhisselâm” lafzı veya ona delalet eden  harfi kullanılır.

Bu gibi haberlere on cildlik tefsirin hemen hemen her sahifesinde rastlamak mümkündür. Genellikle isnadlar imamlara dayanmakta isnad zincirlen veril­mekte ve bu zevat cerhe tabi tutulmamaktadır. Daha evvel zikrettiğimiz gibi imamlar, onlara göre masumdur ve onlardan yalan sâdır olmaz.

İmâmiyye Şiası tarihi gelişmesinde, Mu’tezile ile haşır neşir olmuş ve onların ilim adamlarından ilim almış ve fikren onların tesiri altında kalmışsa da, birçok hususta ve bilhassa fikhî meselelerde onlara muhalefet etmiştir. Bu tefsirde de, Amr b. Ubeyd, Vâsıl b. Atâ, Ebû Ali el-Cübbâi, er-Rummâni, el-Belhî, Muhammed b. Bahr el-lsfahânî, Ebû Bekr b. el-lhşîd gibi pek çok Mutezile müellifinin görüşlerine sık sık rastlanmaktadır.

İmâmiyye Şiasının veya Tûsî’nin Mutezile ile aynı görüşte olduğu hususları göstermeye çalışacağız. Umûmî olarak asıl prensiblerde beraberdirler. Mezheplerine taalluk eden bâzı akâid ve fıkhın furu’u meselelerinde Mûtezile’ye itiraz ederler. Meselâ, Halku’l-Kur’ân meselesinde, Mutezile ile aynı görüşü pay­laşırlar. Tûsî de tefsirinin birçok yerinde Kur’ân’ın muhdes olduğunu ispat et­meye çalışır. Hicr Sûresi’nin 9. âyetinin tefsirinin sonunda:

“Bu âyet Kur’ân’ın hadis olduğuna delâlet eder. Çünkü o indirilmiş ve ko­runmuştur. İndirilmiş ve korunmuş olmak, muhdes olanların vasfıdır. Zira kadîm olanlar için İnmek caiz olmadığı gibi, onun muhafazaya da ihtiyacı yoktur.” Enbiya Sûresi’nin 2. “Rablerinden kendilerine gelen her yeni ihtarı mutlaka aönülleri gaflet içinde eğienerek dinlerler” âyetini tefsir ederken şöyle demektedir:

Âyette geçen “Muhdes” ve “ez-Zikr” kelimelerinin manalarını kendi görüşle­rine göre manalandırmak suretiyle her ne kadar siyak ve sibaka uygun gelmi­yorsa da, böyle bir manayı zorlayarak çıkarabilmektedir. Yine Enbiya Sûresinin 50. “İşte bu, indirdiğimiz kutsal bir kitaptır…” âyetinin tefsirinde, diyerek bunun Kur’ân’ın hudûsuna delâlet ettiğini ifade etmektedir. İnme ve indi­rilme ile vasıflanabilen bir şey kadîm olamaz. Bu sıfat muhdesât sıfâtlarındandır. Keza yine Zuhrûf Sûresi’nin 3. “Akledesiniz diye Kur’ân’ı Arapça okunan bir kitap kılmışızdır” âyetinin tefsirinde,

“Bir şeyin kılınmış, yapılmış olması muhdes olmasına delalet eder. Onun Arapça oluşu dahi kadîm olmadığına yeterlidir.” demektedir. Bu gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın Kelâmı olması sebebiyle mahlûk değildir. Bu görüşü ehlsünnet âlimleri ittifakla kabul etmişlerdir. Zaten İslâm’ın ilk asrında Kur’ân mahluk mudur? Yoksa gayrı mahluk mudur? Şeklinde bir problem mevcut de­ğildi. Kur’ân’ın Allah Kelâmı olduğunu gösteren açık âyetler varken, onun mahluk mu, gayrı mahluk mu olduğu meselesi ilk devirlerde bahis konusu olamazdı. Âyet ve hadislerde de bu konuya temas edilmemekte idi. Şayet âyet ve hadislerde bu hususta bir delil olsaydı, Kitap ve sünnete diğer fırkalara nisbetle daha fazla sarılan ehlisünnetin, o hükmü yerine getirmekte acele edeceği şüphesizdir. Fakat II. asırdan itibaren ortaya çıkan ve III. asrın başlarında İslâm âleminde geniş bir fikir mücadelesine yol açan ve birçok âlimin ezâ ve cefa görmesine vesile olan ve hattâ onların katledilmesine kadar varan Halku’l-Kur’ân meselesi Me’mun’un halife olmasıyla (198/218) su yüzüne çıkmış, ilmi ve ilim adamlarını seven bu zat, özellikle Mu’tezile imamlarının tesiri altında kalarak, Kur’ân’ın mahluk olduğu görüşünü resmen ilan etmişti. Me’ınun bu arada, birçok muhaddis ve fakihi Kur’ân’ın mahlûk olduğu fikrini ikrara zorlamak için eziyete maruz bırakmış, tanınmış birçok ilim adamı bu işkenceler altında can vermişti. Bu ezâ ve cefâya maruz kalanların en iyi örneğini Ahmet b. Hanbel teşkil eder.

Çeşitli ve uzun süren münazaralardan sonra, Halku’l-Kur’ân meselesinin din ve itikadla ilgili bir mesele olmadığı, Allah ve Elçisinin böyle bir şeyi emretmediği neticesine varılmıştır. Bu mesele Mûtezile’nin bir hâkimiyet prestiji olarak el-Mu’tasım (218-227) ve el-Vâsık (227-232) devrine kadar devam etmiş, el-Mütevekkil (232-247) zamanında ise, Kur’ân’ın mahlûk olduğu görüşü yasaklan­mış ve ehlisünnet görüşüne dönülmüştür.

Es-Subkî, bu meselede, Ahmed b. Ebî Duvâd adındaki bir Kâdı’nın mühim roller oynadığını zikrederse de, bu fikrin Mutezile mezhebi tarafından be­nimsendiği göz önünde tutulursa, bu fikrin menşei için daha gerilere gitmek icâb edecektir. Zehebî, Ca’d. b. Dirhem’den bahsederken “Allah İbrahim’i dost ittihaz etmedi ve Mûsâ ile konuşmadı” şeklinde fikirler ileri sürdüğünü ve bu sebepten Irak’ta katledildiğini zikreder. Bu fikir, Mutezile fırkasının arasına “Allah kelâmını bir ağaç üzerinde yaratmış ve Mûsâ ağaçtan gelen sesi dinlemiştir”

şeklinde girmiştir. Yukarıda adı geçen Ahmed b. Ebî Duvâd, Halife Mu’tasım ve Vâsık’ın baş kadısı olmuş ve ilim adamlarını imtihana çekip, onları Kur’ân’ın mahlûk olduğu fikrine davet etmiştir. Kaynaklar bu zatın Cehmİyyeden olduğunu kaydederler. Ahmed b. Hanbel, bu zâtı, Allah’ı inkâr edenlerin büyüğü olarak görür. Küfrünün sebebi sorulduğunda, “Kur’ân Allah’ın ilmidir. Kim ki Allah’ın ilminin mahlûk olduğunu düşünürse, Allah’ı inkâr etmiş olur” demektedir.

Görüldüğü gibi, Mutezile Halku’l-Kur’ân meselesini serbestçe ele almışsa da, bazı görüş ayrılıkları zuhur etmiştir. Eş’ari’nin yazılı olan veya okunan Kur’ân’ın cevher itibariyle gayrı mahlûk olduğunu savunmasıyla ehlisünnet akidesinin zaferi temin edilmiş oldu:

Yukarıda örneklerini verdiğimiz, Tûsî ve İmâmiye Şiası, Mutezilenin bu prensibine sadık kalmıştır. Kısacası onlar da, Mutezile gibi Allah’ın sıfatlarını tenzih ederek reddettiklerinden, Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul etmişlerdir. Buna daha açık bir misal olarak Bakara Sûresi’nin 106. âyetinin tefsirindeki şu ibareyi verebiliriz.

Aşağıda vereceğimiz örneklerde de görüleceği gibi, birçok hususta Mutezile imamlarının veya Mûtezile’nin de bu görüşte olduğunu söylemek suretiyle, onlarla hemfikir olduklarını beyân etmişlerdir.

Görüldüğü gibi onlar, Mutezile ile hemfikir olduklarını açıkça ifâde etmektedirler.

Imâmiyye Şiası’nın, Mutezile ile birlikte benimsedikleri kader anlayışı sebe­biyle, bu görüşü benimsemeyen, Cebriyye, Mücessime, Hariciyye, Haşeviyye ve Tenâsuha kail olanları redden görüşlere, sık sık rastlamak mümkündür. Hele Cebriyye’yi reddeden haberlere, diğer fırkalara nispetle daha sık rastlanmakta­dır. Cebriyeyi reddediş sebeplerini belirlerken, İmâmiyye Şiası’nın aynı mese­lede Mutezile ile hem fikir olduklarına da değineceğiz. Bu konudaki örnekleri biraz geniş tutmaya çalışacağız. Meselâ: Fatiha Sûresi’nin başındaki besmeleyi bilhassa Rahman ve Rahîm sıfatlarını izah ederken, diyerek rahmet sıfatının mübalağa ifade ettiğini, her canlıya şâmil olduğunu, bunun, Cebriyye’nin “Kâfirin üzerinde Allah’ın hiçbir nimeti yoktur” görüşünü iptal ettiğini söylemektedir. Ayrıca Rahman sıfatı bir medih sıfatıdır. Yüce Allah’ın kâfirin küfrünü yaratıp sonra da bu küfürden dolayı onu azaplandırmasıyla terstir. Çünkü böyle bir vasıf zem sıfatıdır. Bakara Sûresi’nin 88. âyeti hakkında, diyerek Yahudîler’in hata ettiği gibi, Cebriyye’nin de hata ettiğini söylemektedir.

Bakara Sûresi’nin 134. “Onlar geçmiş bir ümmettir. Kazandıkları kendilerine, kazandıklarınız da sizindir. Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz” âyetini tefsir ederken, diyerek Cebriyye’nin

“Çocuklar babalarının günahlarından mes’ul tutulurlar” görüşünü, Cenab-ı Hakk’ın bu âyetle nefyettiğini ve bu bakımdan onların görüşünün bâtıl olduğunu belirtmektedir. Yine Bakara Sûresi’nin 178. âyetinin tefsirinde,

diyerek Cebriye ile istitaa konusunda muhalif düştüğünü belirtmektedir.

Keza Âl-i İmrân Sûresi’nin 78. âyetini tefsir ederken, Cebriyye’nin görüşüne muhalif olduğunu ileri sürerek bu görüşü reddeder:

Âl-i Imrân Sûresi’nin 165. âyetini tefsir ederken, yine Cebriyye’nin, mâsiyetlerin hepsi Allah’ın fiilindendir görüşünü şu ibarelerle reddetmektedir:

Nisa Sûresi’nin 39. “Bunlar, Allah’a, âhiret gününe inanmış, Allah’ın verdiği rızıklardan sarfetmiş olsalardı ne zararı olurdu? Oysa Allah onları bilir” âyetini tefsir ederken, yine Cebriyye’nin

“Kâfir imâna muktedir olmaz” görüşünü, bu âyetin reddettiğini, imânı terk hususunda, kâfir için bir özür olamayacağını şu sözleriyle beyân etmektedir:

Enfâl Sûresi’nin 7. âyetini   tefsir   ederken,  Allah’ın batılı irade etmesi konusundaki Cebriyye’nin görüşünü şu sözleriyle reddetmektedir:

Ra’d Sûresi’nin 16. “…De ki, her şeyi yaratan Allah’tır…” âyetinin tefsirinde Cebriyye’nin, kulların fiillerini Allah yaratır, sözünün hakikatten uzak olduğunu beyân etmektedir:

Hacc Sûresi’nin 10. “Ona, bunlar senin yaptıklarından ötürüdür, denir, yoksa Allah, kullarına karşı hiç de zâlim değildir,” âyetini tefsir ederken, Cebriyye’nin

“Alemdeki zulmü Allah’a nispet etme” hakkındaki görüşünü şu ifadeyle reddetmektedir:

Keza, Ankebût Sûresi’nin 45. “…Allah yaptıklarınızı bilir” âyetini tefsir ederken de, Cebriyye’nin

“Allah kâfiri dalalet için yaratmıştır” görüşünün bâtıl olduğunu belirtmektedir:

Tûsî, İhlâs Sûresi’nin ilk âyetindeki “Ahad” lafzını izah ederken, bu vasfın başkalarının müşareketi mümkün olmayan bir özelliğe sahip olduğunu ve onun sadece kadîm, kadîr, alîm, mevcut olan Allah’a ait olduğunu ve kendisinden gayrı bir varlığa ibâdetin lâyık olmadığını belirttikten sonra “Allah birdir” lafzının mücessime mezhebinin fesadına delil iddia etmektedir:

Keza Leyl Sûresinin 15-16. “Oraya, yalanlayıp yüz çevirmiş olan o en azgından başkası yaslanmaz” âyetini tefsir ederken, diyerek, Hâriciler’in

“Büyük günah işleyen kâfirdir” sözüne, bu âyetin delil olama­yacağını ifade ederek onların görüşünü reddetmektedir. Enbiyâ Sûresi’nin 87. âyetini tefsir ederken, diyerek küçük günahları peygamberler için caiz görenler, bunu, nebinin sevabını eksilten şey olarak açıklamışlardır. Büyük günah olan zulüm irtikabını ise câhil Haşeviyye grubundan başkası, enbiya hakkında caiz görmemektedir, demektedir.

Yine En’âm Sûresi’nin 38. “Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlan ile uçuşan kuşlar da ancak sizin gibi bir topluluktur. Kitapta biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık; onlar sonra Rabblerine toplanacaklardır” âyetini tefsir ederken “behâim ve kuşlar da, sizin gibi bir topluluktur” ibaresine dayanarak onların da mükellef olduğuna inanan tenasüh erbabının görüşünü şu ifadeyle reddetmektedir:

Buraya kadar verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi genellikle Mutezile ile hemfikir olarak hareket etmişlerdir. Daha evvelce de söylediğimiz gibi İmâmiyye Şiası, bazı fer’î hususlarda ve fıkhî meselelerde Mu’tezile’ye de muhalif olmuştur. Şimdi de bu konuda genel olarak Mûtezile’ye veya bazı Mutezile imamlarına karşı olan itirazlarına bazı örnekler vermeye çalışalım. Meselâ, Tusî, Al-i İmrân Sûresi’nin 19. âyetini tefsir ederken, “İslâm” ve “İmân” lafızlarının kendileri ve Mutezile indinde aynı şey olduğunu belirttikten sonra, aralarında mahiyet farkı bulunduğunu şu ifadesiyle ortaya koymaktadır:

Görüldüğü gibi, İmâmiyye Şiası ile Mutezile, imân ve İslâm aynı manadadır, diyorlarsa da, Mutezile, uzuvlarla işlenen vâcib şeyleri imandan kabul ederken, Şia ancak kalb fiillerinden olan vâcib fiileri imândan kabul etmektedir. Onlara göre uzuvların filileri vâcib olsa da İmandan değildir.

Yine Nisa Sûresi’nin 93. “Kim bir Mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde te­melli kalacağı cehennemdir” âyetini tefsir ederken, diyerek Bu konuda Mutezile ile aynı görüşte olmadıklarını ifade etmektedir. Keza, yine Nisa Sûresi’nin 123. âyetini tefsir ederken şöyle demektedir:

Görüldüğü gibi, Mutezile bu âyetle “Afv” meselesinin mümkün ola­mayacağını ileri sürerken, Şia aynı görüşü paylaşmamaktadır. Tusî, “Mutezile nezdinde büyük günah işleyen, ne Mü’min ve ne de müslimdir”, dedikten sonra, diyerek   kendilerine   göre   Ali’yi   öldüren   kimsenin   tekfiri   meselesini   izah etmektedir.

İmâmiyye  Şiası’nın  bazı  Mutezile  imamlarına da  itirazlarda bulunduğunu söylemiştik. Meselâ, Tusî, Bakara Sûresi’nin 259. âyetini tefsir ederken, Ebû Ali el-Cübbâi’nin, mu’cizeyi peygamberlere mahsus kıldığını, bu görüşün sahîh olmadığını, mucizenin peygamberlerle birlikte, imâm ve velilerden de sâdır olabileceğini söylemektedir.

Keza, Kehf Sûresi’nin 79-83. âyetlerinde Hz. Musa’nın arkadaşı ile olan kıssasını tefsir ederken, diyerek el-Cübbâi’nin, Hz. Musa’nın dostu olan zâtın Hızır olamayacağını, onun Musa’dan sonra gönderilmiş bir nebi olduğunu, onun zamanımıza kadar yaşayıp gelemeyeceğini, zira peygamberimizden sonra peygamber olamayacağını iddia attiğini bunun sahîh olmadığını söylemektedir. Tusî,

“Zira, evvela Hızır’ın nebi olduğunu bilmiyoruz. Nebiliği sabit olsa bile, onun zamanımıza kadar kalmasına mâni bir durum yoktur. Çünkü bu durum Allah’ın takdiri iledir. Bu onun, peygamberimizden sonra peygamber olduğuna delil olmaz. Zira onun peygamberliğinin, peygamberimizden önce olduğu sabittir” sözleriyle Ebû Ali el-Cübbâi’ye itiraz etmektedir. Bu gibi itirazları çoğaltmak mümkündür.

Tûsî, Bakara Sûresi’nin 22. “O, yeryüzünü size bir döşek ve göğü de bir bina kıldı…” âyetini tefsir ederken:

Görüldüğü gibi, Ebû Ali e!-Cübbâî’nin Dünyanın bir küre şeklinde olmadığı” görüşünü reddetmektedir.

Mutezile müfessirlerinden biri olan er-Rumânî’den pek çok istifade ettiği halde, yine birçok noktada, onun görüşlerine itirazlarda bulunmuş ve kabullenmemiştir. Meselâ, Bakara Sûresi’nin 163. âyetinde Rummânî’nin  lafzı hakkındaki görüşünü hatalı olarak görürken, Ârâf Sûresi’nin 121-122. âyetlerini tefsir ederken, Rummânî’nin, aynı zamanda iki nebi olabilir fakat iki imam olamaz sözünü, şu ifadeleriyle kabul etmemektedir:

Keza, Hûd Sûresi’nin 46. âyetini tefsir ederken, her durumda cehaletin çirkin bir şey olduğunu ifâde etmeye çalışmış, Rummânî’nin bunu kast haline tahsis etmesini, hata veya unutma halinde bu durumun hafifleyeceğini söylemesini, şu sözleriyle reddetmektedir:

Tûsî, Nahl Sûresi’nin 110. “Rabbin, türlü eziyete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra Allah uğrunda savaşan ve sabreden kimselerden yanadır. Rabbin şüphesiz bundan sonra da bağışlar ve merhamet eder” âyetini tefsir ederken, Rummânî’nin âyeti delil getirdiği hususu kabullenememededir:

Bilhassa, yukarıda örneklerini vermeye çalıştığımız şekilde ibarelere sık sık rastlanmaktadır.

İmâmiyye Şiası’nın, İslâm hukukunun kaynağı olan Kur’ân, hadis, icmâ ve kıyâs hakkındaki görüşlerine daha evvel temas etmiştik. Şimdi burada aynı me­selelere temas etmeyecek, Tûsî’nin tefsirinde ele aldığı usûlü fıkıh ve fıkıhla ilgili enteresan bazı örnekleri vermeye çalışacağız.

Tûsî, prensip itibariyle taklidin caiz olmadığını saunmakta ve bu konunun fesadına âit bazı deliller vermektedir. Meselâ, Kehf Sûresi’nin 15. âyetini tefsir ederken, diyerek dinde taklidin caiz olmadığını beyan etmektedir. En’âm Sûresi’nin 81. ayetini tefsir ederken de, diyerek taklidi tasvib edip, araştırarak hüccet getirmeyi reddeden kimselerin görüşünün fâsid olduğunu ifade etmektedir. Tefsirinin başka bir yerinde de “Taklidin akla göre çirkin bir hareket” olduğunu iddia etmektedir.

İmâmiyye’de istinbat delillerinin üçüncüsü akıldır. Onlar aklı şer’i bir delil kabul etmelerine rağmen, kıyası reddetmişlerdir, ehlisünnet’in delil olarak kabul ettiği İcma’yı şartlı olarak kabul etmişlerdir. Onlara göre Icma’nın hüccet olarak kabul edilebilmesi için icma edenlerin içinde masum bir imamın bulunması gere­kir. Bakara Sûresi’nin 143. âyeti İcma’nın sıhhatine delil kabul etmek doğru değildir. Çünkü ümmetin her ferdinin vasat (udûl) olması imkânsızdır. Onlara göre “Vasat Ümmet”ten maksat Ehli Beyt imamlarıdır. Tûsî’ye göre ehlibeyt’in dahil olmadığı icma bâtıldır.

Keza, Rûm Sûresi’nin 11-20. âyetlerini tefsir ederken şöyle der:

Tusî, bu âyetlerde aklî kıyâsın sıhhatına delil olduğunu, bakıp tahkik etmek bâtıldır diyenlerin görüşünü reddettiğini ifâde ettikten sonra, bu âyetlerin şer’i kıyâsa delâlet edemeyeceğine de işaret etmektedir.

Yine Kıyarne Sûresi’nin 40. âyetini tefsir ederken, madem ki Allah insanı yaratmıştır, öldükten sonra da onu diriltmeye kadirdir, diyerek, bu âyetin, aklî kıyasın sıhhatına delil olacağını ileri sürmektedir.

Tûsî, kendi mezhep sâliklerinin İnşirah Sûresi ile Duhâ Sûresi’ni, keza Fîl ile Kureyş Sûresi’ni “Besmele” ile ayırt etmeyip birleştirdiklerini ve namazlarda da bir rekatta birleştirmeyi zorunlu kıldıklarını ifade ettikten sonra, Mushaf’ta ise her ikisinin arası “Besmele” ile ayrılmıştır, demektedir:

Müfessirimiz “Besmeleyi” Fâtiha’dan addeder ve namazda besmeleyi terkedenin namazının bâtıl olacağını söyler:

Kur’ân’da neshin varlığını kabul etmeyen bazı Mutezile imamlarının görü­şüne muhalif olarak, Tûsî Kur’ân’da neshin varlığını kabul eder. Bu hususu Bakara Sûresi’nin 106. âyetini tefsir ederken,

Kur’ân’da neshin cevazını kabul etmeyenlerin sözlerinin batıl olduğunu beyân etmektedir. Neshin nelere dâhil olup olmayacağını ise şu ifadesiyle belirlemektedir:

Daha sonra da, Kur’ân’daki neshin üç kısımdan hâli olamayacağını beyan et­mektedir.

Müfessirimiz neshin sadece Kur’ân ile değil, sünnet ile de olabileceğine kaildir. Nitekim Yunus Sûresi’nin 15. âyetini tefsir ederken bu hususu şu sözle­riyle gayet açık bir şekilde belirtmektedir:

Bazı sûrelerin başında bulunan el-Hurûfu’l-Mukattaalar hakkında da farklı bir görüşü yoktur. Bu konuda müfessirlerin çeşitli görüşlerini nakletmektedir.

Tûsî, Hûd Sûresi’nin 13. “Senin için, o uydurdu, diyorlar. Öyle mi? Deki: Öyleyse onun sûrelerine benzer uydurma on sûre meydana getirin, iddianızda samimi iseniz, Allah’tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın” âyetini tefsir ederken, bu âyetin Kur’ân’ın i’cazına delâlet ettiğini söyledikten sonra, tahâddî ve belagat çeşitleri üzerinde durmaktadır.

Daha evvelce de söylediğimiz gibi, imâmiyye Şiası’nın ve Tûsî’nin fıkhî meselelerde aşırılıkları görünmüyorsa da, Tûsî’nin tefsirinde bizlere muhalif olan bir kaç hususu örnek olarak vermemizde fayda vardır. Meselâ, Bakara Sûresi’nin 221. âyetini tefsir ederken müşrik kadınlarla evlenme konusunda diyerek putperest kadınla evlenmenin icmâen caiz olmadığını belirttikten sonra, aynı illetin Yahudî ve Nasaradan olan zimmîler için de geçerli olduğunu onlarla da evlenemeyeceğini beyân etmektedir.

Mâide Sûresi’ndeki Abdest âyetini tefsir ederken, ayağın da mesh edilmesi hususunu tercih etmektedir:

Keza, Tûsî Mâide Sûresi’nin 38. “Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıkla­rından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin, Allah güçlüdür, hakîmdir” âyetini tefsir ederken; el kesmeye nisab olacak miktarı tayin hususunda 6 görüş bulunduğunu belirtir ve diyerek mezheblerine göre bu miktarın, dinarın dörtte birine tekabül  ettiğini söyler. El kesmenin mahiyeti hakkında ise şu bilgileri vermektedir:

Görüldüğü gibi Şia veya Tûsî’ye göre el kesmecezasında elin dört parmağı dibinden kesilir, baş parmakla avuç bırakılır. Ekseri fukahaya göre el bilekten kesilir. Haricîler ise hırsızın elini omuzundan keserler. Yine Şiaya göre, topuk ve başparmak bırakılmak suretiyle ayağın dört parmağı diplerinden kesilir.

Müfessirimiz, Haber-i Vâhid’in amel ve ilim ifâde etmeyeceğini, söyler. Manayı bozan muzdarib haberleri kabul edenlerin görüşlerini reddederken, kendisi, hiç bir isnada dayanmaksızın, Ebû Ca’fer ve Ebû Abdiliah’dan rivayetler de bulunmaktadır. Meselâ Ali’nin hilafeti konusunda şu rivayette bulunmaktadır.

İmamet meselelerine taallûk eden haberleri ahâd olsun, muzdarib olsun kendi menfaatlerine kullanmışlardır. Hattâ bu konuda o kadar ileri gitmektedirler ki muhaliflerinden bile rivayette bulunmuşlardır. Meselâ Mâide Sûresi’nin 67. âyetinin tefsirinde, diyerek sanki Hz. Peygamber takiyye için vahiyden birşeyler saklamış da, bu tevehhümü gidermek için Hz. Aişe’den rivayette bulunmaktadır. Yine En’âm Sûresi’nin 68. âyetini tefsir ederken, Cübbâî’nin masum imamlar için takiyyeyi kabul etmeyişine karşılık, diyerek bu sözün doğru olmadığını iddia edip, takiyye esasını benimsemektedir. Kısacası Hz. Peygamber ve İmamlara takiyyeyi uygun görmeyenleri reddetmek­tedir.

Keza Mâide Sûresi’nin 3. “…Bugün size dininizi tamamladım…” âyetini açıklarken, bu hususta üç görüş olduğunu belirttikten sonra, Ebû Ca’fer ve Ebû Abdillah’dan gelen haberi nakletmeyi ihmal etmemektedir:

İmâmiyye Şiasında olduğu gibi, Tûsî de eserlerinde ve tefsirinde, kendi mezhep prensiplerini dâima göz önüne almış, nalıncı keseri gibi, meseleleri kendi lehine yorumlamıştır. Bu konulara âit çeşitli örnekler vermeye çalışacağız.

İmamet meselesi ve onların masumiyeti, Şianın en önemli esasıdır. Meselâ, Bakara Sûresi’nin 124.

Rabbi, İbrahim’i bir takım emirlerle denemiş, o da onları yerine getirmişti. Allah, “seni insanlara önder kılacağım” demişti. O

“Soyumdan da” deyince,

“Zâlimler benim ahdime erişemez” buyurmuştu” âyetini tefsir ederken,

diyerek bu âyeti imamların masumiyetine delil getirmekte ve âyetteki ahdi imametle tefsir etmektedir. Ahzâb Sûresi’nin 33. âyetini de ehlibeyt’in ma­sumluğuna delil getirerek onların hata yapmayacağını söyler. Keza yine imametin verasetle olduğunu kabul etmeyenleri reddederek şöyle demektedir:

Tusî, tefsirinin birçok yerinde, enbiyalar vâris bırakmaz görüşünü reddetmektedir. Meselâ, Nemi Sûresi’nin 16. âyetini tefsir ederken şöyle demktedir:

Tusî, peygamberler miras bırakmaz haberini, haber-i vâhid olarak kabul etmekte ve haberi vâhidle Kur’ân’ın umumunun tahsisinin ve neshinin caiz olmadığını beyân etmekte ve peygamberlerin de miras bırakacaklarını söylemektedir.

Şia indinde imamların, Âl-i Muhammed’den olacağı da âdeta hükme bağ­lanmıştır. Meselâ, Nisa Sûresi’nin 59. âyetini açıklarken şöyle demektedir:

Keza, Ra’d Sûresi’nin 45. âyetini tefsir ederken de, rivayetini zikrederek “İmamların Âl-i Muhammed’den olacağına işaret edilmektedir” demektedir. Tûsî, Dehr Sûresi’nin 1-10. âyetlerinin tefsirinde, diyerek bu âyetlerin Ali ailesine âit olduğunu ve onların faziletine delâlet ettiğini iddia eder. Keza Mâide Sûresi’nin 55. âyetinin, Hz. Peygamber’den sonra açık bir şekilde Hz. Ali’nin imametine delâlet ettiğini söylemektedir:

Ra’d Sûresi’nin 7. “…Sen ancak bir uyarıcısın. Her milletin bir yol göstericisi vardır” âyetinde yol göstericisi olarak beş görüş bulunduğunu açıklarken, rivayetini vererek “Hz. Ali’nin imametine işaret etmektedir” diyor. Yine Âl-i İmrân Sûresinin 61. âyetinde, diyerek Hz. Ali’nin, sahabenin en faziletlisi olduğunu iddia etmektedir.

Şefaat meselesini kabul etmeyenlere karşı, Hz. Peygamberin ve imamların şefaatçi olacağı fikrini savunur. Meselâ, Necm Sûresi’nin 26. âyetini tefsir ederken “Onların şefaati bir işe yaramaz” âyetinin tefsirinde, diyerek kendi şefaat anlayışını ortaya sermektedir.

“İnsanlara hidâyeti veren Allah’tır. Allah’tan başka kimse hidâyete erdiremez” sözünü red için, Araf Sûresi’nin 159. “Musa’nın milletinden bir topluluk hakkı gösterir ve onunla hükmederlerdi” âyetini açıklarken, bu âyetin “Allah’tan başka hidâyete erdiren yoktur, sözünün bâtıl olduğuna delâlet ettiğini söylemektedir:

Tûsî, her asrın imâmdan hâlî olamayacağını Nahl Sûresi’nin 89. âyetini açık­larken şöyle ifâde etmektedir.

Müfessirimiz, bir kavmin, öldükten sonra dünyaya yeniden dönmesinin “reca”’ mümkün olacağına, Nemi Sûresi’nin 83. “O gün her ümmetten âyet­lerimizi yalanlayanları toplarız. Onlar bir arada tutulup, hesab yerine sevkedilirler” âyetini delil getirerek buna meyilli olduğunu gösterir:

İmâmiye Şiası ve Tûsî bazı âyetlerin düşmanları hakkında nazil olduğu veya kendileri için nazil olmadığı noktasından, hareketle lafızları kolaylıkla kendi görüşleri doğrultusunda te’vil etmekte bir beis görmez. Meselâ, Mâide Sûresi’nin 54. âyetini tefsir ederken, bu âyetin Ebû Bekr hakkında nazil olduğunu söyleyenlerin sözlerinin doğru olmadığını söylemektedir. Keza, Tevbe Sûresi’nin 40. âyetindeki “…iki kişiden biri olarak…” ifadesi hicrette Hz. Peygamberle birlikte bulunan Hz. Ebû Bekr’in faziletine bir delil olduğu halde, Tûsî, bu âyette Ebû Bekr’in faziletine delalet eden bir şey olmadığını, diyerek iddia etmektedir. Yine Fetih Sûresi’nin 16-17. âyetlerini tefsir ederken, onların Ebû Bekr ve Ömer’in imametlerine delil olduğu görüşünü reddederek, Ali’nin emirliğine delâlet ettiğini söylemektedir. Yine Feth Sûresi’nin 18. âyetini tefsir ederken şöyle demektedir:

Tusî, bu âyetin Ebû Bekr’in faziletine âit olmadığını, Rıdvan bey’atına iştirak edenlere âit olduğunu, Hayber fethinde Ali’nin rolünün ehemmiyetini ileri sürmeye çalışmaktadır.

İmâmiyye Şiâsı bazı lafızları ve terkibleri kendi görüşlerine göre te’vit et­mişledir. Meselâ, Tevbe Sûresi’nin 12. âyetindeki (küfrün önderleri) terkibini, Cemel ehli olarak te’vil etmişlerdir. Nahl Sûresi’nin 43.âyetindeki binden kastedilenlerin, kendileri olduğunu; söylemektedir:

Tusî, Zümer Sûresi’nin 9. “Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olurlar mı?” âyetindeki bilenlerle bilmeyenleri ise şöyle te’vil etmektedir: Kendilerini bilenler, düşmanlarını da bilmeyenler olarak göstermektedirler.

Yine Tahrim Sûresi’nin 4. âyetindeki “Müminlerin iyisi” terki­bini şeklinde Ali b. Ebî Tâlib olarak te’vil etmiştir.

Yukarıda verdiğimiz örneklerden anlaşılacağı üzere, Tusî’nin aşırı bir yönü görünmemekle beraber, yine Imâmiyye Şİâsının prensiplerine sâdık kaldığı görülmektedir. Onun tefsiri, dil, belagat, tarih ve bilhassa İmâmiyye Şiası fikriyatı hakkında araştırma yapmak isteyenler için okunması gereken bir tefsirdir.

Kaynak: Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu, Fecr Yayınevi

Yorumlar kapalı.